2011’de EVET! 2021’de HAYIR…
İlk sözü ulu öndere bırakalım. “Bir milletin medeniyetini ölçmek istiyorsanız, kadınlarına nasıl muamele edildiğine bakın.” Diyor Büyük Atatürk…
11 Mayıs 2011 yılında İstanbul Sözleşmesini meclisten geçirirken; “Yüksek insanlık ve hukuk erdemi” diye alkışlayan ve “aile yapımız kurtuldu” diye sevinen, gurur duyan ve övünenler bir gece yarısı CB imzasıyla sözleşmeden çıktıklarını ilan ettiler…
Konuyu sütuna yatırmadan önce sözleşmenin içerdiklerine bakalım! Bu sözleşme; Kadınları her türlü şiddetten korumak için farklı ülkelerden uzmanlar tarafından hazırlanmış, uluslararası bir sözleşmedir. Türkiye, sözleşmenin ilk imzacısıdır. İstanbul’da imzalandığı için adı İstanbul Sözleşmesi’dir. 34 ülkenin parlamentosundan geçmiştir. Kadınları ve çocukları her türlü şiddetten korur, çocuk istismarını, çocuk yaşta ve zorla evlilikleri engeller. Şiddete maruz kalan kadın ve çocukları güçlendirir. Kadına karşı ayrımcılığı, fiziksel, cinsel, ekonomik, psikolojik şiddet türlerini yok etmeyi amaçlar, toplumsal cinsiyet eşitliğini kurmayı hedefler. Sözleşme savaş hallerinde bile geçerlidir.
Bu bilgi notundan sonra şimdi derin, anlamlı, okkalı, fiyakalı tarihi cümlelerle konuşanlara soru zamanı!
2011’de bu sözleşmeyi çıkarmakla övünenler; 246 oyla kabul edip, tek imzayla feshettikleri bu sözleşmenin hangi maddesinden rahatsızlık duydular?
Kadınlar her gün, her saat şiddet yüzünden canından olurken, şiddeti önlemek için en etkili hukuki belge olan İstanbul Sözleşmesi’nden hukuka aykırı bir kararnameyle çıkarak, bir gecede 42 milyon kadını karanlığa mahkûm etmek! Ama neden?
Kadın hak ve özgürlüklerini evrensel içerikle savunan bir sözleşmeden 10 yıl sonra “buraya kadardı, işlem tamam!” deyip çark etmek! Ama neden?
Toplumun sinir uçlarına dokunarak; Gerilim cephesini artırmak için mi? Eril dile daha çok ödün vermek için mi? Toplumu iyice gerecek ayrıştırmayı körükleyecek bir ortam yaratmak için mi? Ekonomik sorunları, işsizliği, yoksulluğu unutturmak için mi?
Bir İskandinav ülkesinde 5-10 yılda bile gerçekleşemeyecek gelişmeleri bir iki güne sığdırmanın keyfini sürmek için mi? Beklentileri, alışkanlıkları, yaşam tarzı, tercihleri, öncelikleri, mizaçları farklı olanlara yaşam hakkı tanımamak için mi?
11 Mayıs 2011 yılında imzaladıkları İstanbul Sözleşmesi’nden 10 yıl sonra imzalarını çekenler; “Karımı seviyordum, seni terk edeceğim deyince öldürdüm!” “10 yıllık eşim boşanmak isteyince çekip vurdum!”, “Sık sık döverdim bu kez ölünce şaşırdım!” “Cinnet geçirdim hatırlamıyorum, pişmanım!” diyenler için ne düşünür? Daha doğrusu önemser mi?
10 yıl önce TBMM’deki tüm partilerin ortak imzasıyla bu sözleşmeyi kabul edenler, 10 yıl sonra “Güçlü Türkiye, güçlü kadın!” sloganıyla imzalarını çekerken neyi hesap ettiler, ya da verdikleri hangi sözü yerine getirdiler? Akşamdan sabaha alınan kararlarla amaç bir takım yerlere yeşil ışık yakmak mı, bazı kesimlere verilen söz mü, ödenmesi gereken diyet mi?
Yapay gündemlerle ülke gerçek sorunlarından uzaklaştırılıp, sorumlu mevkileri işgal edenler zorunlu görevlerini askıya alırken! 10 milyon işsiz vatandaş, 16 milyon yoksulluk sınırında kıvranan yurttaş iş, aş, aşı, geçim, can derdine düşmüşken! Andımızı kaldırmak, madalyalardan Atatürk kabartmalarını silmek, 42 milyon kadının hukuk gaspına yol açacak İstanbul Sözleşmesi’nden imzayı çekmek neyin nesi?
Sırası geldi soralım! Kadına şiddeti önleyecek etkili önlemleri hayata geçirmek devletin görevi iken! Ön kabullerle, yıkılamayan davranış kalıplarıyla, vazgeçilemeyen eril dille, bir takım baskı ve önerilerle; ilk bizim imzaladığımız, ilk bizim meclisimizden oy birliğiyle geçen bir sözleşmeden 10 yıl sonra bir gecede çıkmak niye? Bunun adı yönetimsel sorumluluk mu? Baskıların yarattığı zorunluluk mu? Bu soru izaha muhtaçtır.
Sırası geldi yazalım! Çevrenin derdi bizimle, bizim derdimiz evimizle, yüreğimizle, mutfağımızla, eşimizle, emeğimizle, çok yönlülüğümüzle, evlatlarımızla, ortaya koyduklarımızla, yok sayılanlarla, pratik çözüm odaklı bakış açımızla, yoktan var eden becerimizle ve önüne gelenin bıçak sallayıp, kurşun yağdırdığı, satırlarla doğradığı, çatılardan aşağıya attığı, yüz göz patlattığı bedenimizle…
Sırası geldi hatırlatalım! YÖK verilerine göre; 130 devlet, 76 vakıf toplam 206 üniversitemiz var. 76 bin civarında kadın akademisyenimiz var. 14 kadın rektör, 312 kadın dekanımız var. Müthiş bir özgüvenle kürsüleri dolduran, her konudaki duyarlılıklarıyla farkındalık yaratan kadınların yükseköğretimdeki oranı ve durumu bu…
Önemli not: Çok uzağa gitmeyeceğim. Bizim topraklarda ölüm bir kadın sesi ve feryadıdır. Gidenin ardından kadınların suratlarında derin tırnak izleri ve kanamış çizgiler varsa giden bir evlattır. Ağıtlar yakılıyorsa giden genç bir kardeştir, sabırlı bir tevekkülle ağlanıyorsa giden ana babadır. Yani feryadın ayırt edebilen için duyduğu acıyı ve acısını yansıtma biçimi vardır. Bundan sonra daha da artacak olan…
Ve son bir küçük not: Toplumsal cinnet hali öyle bir noktaya geldi ki; emek, ısrar, karar, hayal, amaç, yaşam hakkı yerle bir oldu…