Ataklı-YORUM

27 MAYIS DARBEYDİ AMA ANAYASASI BİR DEVRİMDİ


27 Mayıs darbeydi ama Anayasası bir devrimdi paylaşan: ulusalkanal
27 MAYIS DARBEYDİ AMA ANAYASASI BİR DEVRİMDİ

İyi akşamlar sevgili izleyiciler; bugün 27 Mayıs. Bundan tam 54 yıl önce Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zincirine uymadan, ordu içinde oluşturulmuş bir cunta eliyle yönetime el koymuş, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı, Başbakan Adnan Menderes’i, bakanları ve iktidardaki Demokrat Parti’nin önemli isimlerini tutuklamıştı.

Bir yıl Yassıada’da süren mahkemeden sonra aralarında Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes’in de bulunduğu 15 iktidar üyesi idama, pek çok bakan ve Demokrat Parti’nin önde gelen isimleriyle bazı bürokratlar ağır hapis cezalarına mahkûm edilmişti.

15 idam kararı üç infaz

İdama mahkum edilen 15 kişiden 12’sinin cezaları çeşitli nedenlerle, örneğin Celal Bayar çok yaşlı olduğu için, müebbet yani ömür boyu hapse çevrilmiş ancak Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu idam edildiler.

Sevgili izleyiciler; darbe darbedir. Demokrasi ve hukuka bağlı hiç kimse, seçilmiş bir iktidara karşı koşullar ne olursa olsun hukuk dışı yöntemlerle ve silah zoruyla darbe yapılmasını onaylayamaz.

Darbeler onaylanamaz

Türkiye 60 yılı aşan demokrasi tarihinde üç kez askeri müdahale ile karşılaştı. Bunların ilki 27 Mayıs’tı. 10 yıl sonra 12 Mart Muhtırası geldi. Bundan 10 yıl sonra ise 12 Eylül askeri darbesiyle karşılaştık.

Bu üç darbe de askerler tarafından yapılmış olmasına rağmen, hepsi de dış desteklidir ve NATO konseptine uygun olarak askerler tarafından gerçekleştirilmiştir.

Üç darbe de NATO üyeliğimiz sırasında gerçekleşmiştir ve NATO ülkelerinden “sıradan tepkiler” dışında hiçbir tepki gelmemiştir.

Türkiye’yi dizayn etme çabaları

Çünkü her üç darbede de amaç askerlerin sivillerin yerine ülkeyi yönetme hevesleri değil, Türkiye’yi batı standartlarında ve batı eliyle yeniden dizayn etme çabalarıdır.

Daha önceki bir konuşmamda, darbelerin bu mantığını topluca sizlere anlatmıştım.

Ancak sonucundaki idamlarla korkunç bir hal almasına rağmen 27 Mayıs askeri müdahalesinin daha sonraki müdahalelerden farklı olduğunu da kabul etmek zorundayız.

Bugün elbette toptancı bir zihniyetle “darbelere karşıyız” mantığı geçerlidir. Açıkçası ben de ısrarla ve altını çizerek söylüyorum ki, nedeni ne olursa olsun sivil siyasete silah zoruyla yapılan askeri müdahalelerin hiçbirine destek olamayız.


27 Mayıs’ı farklı kılan

27 Mayıs’ı biraz farklı kılan ise, darbeden sonra yaşananlar ve Türk halkının kazanımlarıdır. Bugünün gençleri, hatta orta ve üst yaşlılarını bile buna katmak gerek, 27 Mayıs’tan sonraki kazanımları hiç dikkate almazlar. Bunun nedeni basit. Özellikle AKP iktidarı ile birlikte adeta beyin yıkar gibi yapılan propagandalarla sadece darbe karşıtlığı işlenmiş, ama 27 Mayıs’ın kazanımlarından hiç söz edilmemiştir.

Hatta öyle ki, bugünkü iktidar zihniyeti ve ona payanda olan sözde aydınlar, liberaller, eski komünistler 27 Mayıs’ın kazanımlarını da kötüleme yarışı yapmışlardır.

Anayasa devrimi

Sevgili izleyiciler; 27 Mayıs elbette bir askeri darbedir ama darbe sonrası yaratılan bazı sonuçları aynı zamanda devrim niteliğindedir. Nitekim dönemin askerleri bile 27 Mayıs’a darbe değil devrim adını vermişlerdi ve bu toplumun geniş bir kesiminde büyük takdir toplamıştı.

27 Mayıs’ın devrim niteliğindeki sonucu 1961 anayasasıdır. Türkiye Cumhuriyet’in ilanından sonra fikir özgürlüğü, inançlara saygı, hukukun üstünlüğü, anayasal kurumlar gibi kavramlarla ilk kez 27 Mayıs Anayasası ile tanıştı.

İşçilerin sendika kurma hakkı, partilerin gençlik ve kadın kolu kurma hakkı, çalışma yaşamının düzenlenmesi, grev yapma, toplantı ve gösteri yapma hakkı, izin almadan gazete dergi gibi yayınlar çıkarma hakkı 27 Mayıs’la hayatımıza girdi.

Fikirler özgürleşiyor

Ancak ondan sonra Türkiye’de her türlü felsefi görüş, sol fikirler, Marksist ideoloji açıkça tartışılmaya başlandı. Bir anda yüzlerce dernek, sendika kuruldu. Öğrenci dernekleri oluşturuldu. Gençler ve kadınlar aktif siyasete girme şansı buldu.

Anayasa mahkemesi, Danıştay, Sayıştay, Yargıtay gibi kurumlar anayasal özerlik kazandılar. Üniversiteler özerk hale gelirken, o güne kadar emri sadece iktidardan alan TRT Kurumu özerk hale getirildi, iktidarın emir kulu olmaktan kurtarıldı.

Eğer Türkiye toplumu bugünkü demokrasi, hukuk, insan hak ve özgürlükleri, inançlara saygı aşamasına geldiyse, bunun temeli 27 Mayıs anayasası ile atılmıştı. O günden başlayan hukuk ve demokrasi yürüyüşü bizi bugünlere getirdi.

Darbe ile anayasayı ayırmak gerek

İşte bu nedenle 27 Mayıs sabahı ordunun içindeki bir cuntanın yönetime el koymasıyla, daha sonra gerçekten bir bilim heyeti tarafından hazırlanan 1961 anayasasını ayırmak gerektiğine inanıyorum.

Darbe kötüdür, asla yapılmaması gerekir, ama olmuş bitmiş bir darbeden sonra yürürlüğe giren özgürlükçü, demokrasiye ve hukuk düzenine açılan bir anayasayı da yok sayamayız.

Tabii hiçbir şey ideal olarak başlasa bile aynı şekilde gitmiyor toplum yaşamında. 27 Mayıs darbesinin ardından getirilen özgürlükçü, ileriye dönük, hukuk ve demokrasiyi kurmak ve toplumun bunu içselleştirmesini amaçlayan anayasa başta NATO olmak üzere dış güçleri ve içteki işbirlikçilerini bir süre sonra rahatsız etmeye başladı.

Toplum sola kaydı

Özgürlükler iyiydi iyi olmasına ama, toplumdaki yönelme sola kayıyordu, NATO ve Amerika karşıtı fikir akımları giderek güçleniyor, kapitalist sisteme entegre edilmek istenen Türkiye tam tersi bir yöne doğru kayıyordu.

10 yıllık bir süreçte egemen güçler 27 Mayıs Anayasası’nın topluma bol geldiğine kanaat getirerek budanmasına karar verdiler. 12 Mart Muhtırası ile parlamenter yapıya dokunulmadan, işbaşındaki Adalet Partisi iktidarı düşürüldü, yerine teknokratlardan kurulan bir hükümet oturtuldu.

“Anayasa bize bol geldi”

Bu hükümetin görevi “Türk halkına bol geldiği” düşünülen 27 Mayıs Anayasası’nı budamaktı. Budanan anayasa ile özgürlükler, sendikal haklar, fikir ve ifade özgürlüğü ile ilgili maddeler zayıflatıldı.

Ancak 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği özgürlük, demokrasi ve hukuk ortamını ortadan kaldırmaya yetmedi bu budamalar, tırpanlamalar.

Ardından 12 Eylül geldi

Türkiye bu haliyle kapitalist dünyanın güvenilir bir ülkesi olamıyordu bir türlü. Bunun üzerine nihai yani son darbe vuruldu. 12 Eylül 1980 günü ordu bu kez emir ve komuta zincirine uyarak yönetime el koydu. İki yıl içinde 27 Mayıs Anayasası’nın sağladığı tüm özgürlükleri ve demokrasi kazanımlarını bir kenara bırakan, baskıcı, otoriter bir anayasa hazırlandı.

Değerli izleyiciler; AKP iktidarı ve Başbakan özellikle son birkaç yıldır sürekli darbelere atıfta bulunarak toptancı bir zihniyetle sözde sivil siyaseti savunuyormuş gibi yapıyor.

Bugün geldiğimiz noktayı borçlu olduğumuz 27 Mayıs Anayasası’nı yok sayıp zihinlere darbenin sadece idamlarla ilgili bölümünü kazıyarak, kendi otoriter hatta diktatoryal yönetim anlayışlarını dayatmak istiyorlar.

Kendilerini korumak için

Darbelerin yaşandığı dönemlerdeki kimi olayları bahane ederek, bütün bunların sadece iktidarı yıkmak için düzenlenmiş komplolar olduğunu ileri sürerek, kendi yarattıkları haksızlıkları, usulsüzlükleri, adaletsizlikleri ve özellikle yolsuzlukları kapatmayı amaçlıyorlar.

Bakın sevgili izleyiciler, Başbakan aylardır kendine yönelik darbe girişimlerinden söz ediyor. Bir taraftan daha düne kadar bütün kirli, pis işlerini birlikte yaptıkları Fethullah Gülen cemaatini hain ilan ederken, asıl hedef tahtasına CHP’yi, sol görüşlüleri ve kendilerini eleştiren hangi görüşten olursa olsun herkesi oturtarak muazzam bir kampanya yürütüyor.

Gezi’den müthiş korku

Bir yıl önce bugünlerde yaşamaya başladığımız Gezi direnişini “darbe girişimi” olarak niteleyen Başbakan, 17 Aralık’ta ortaya çıkan Cumhuriyet tarihinin belki en büyük, en kapsamlı, en tepelere kadar giden yolsuzluk olayını da görmezden gelerek bunun da bir “darbe girişimi” olduğunu söyledi, söylemeye her fırsatta devam ediyor. Bugünkü grup toplantısındaki gündeminde yine Gezi vardı

Sevgili izleyiciler, “darbe” tanımı bugünkü iktidarın, iktidarda kalma süresini uzatmak için halkın beynini yıkayarak kullandığı bir şifredir, koddur sadece. Başbakan kendine yönelik her eleştiriyi, hatta yapıcı öneriyi bile kendini yıkmak isteyenlerin bir oyunu olarak görmeyi ve bunu şiddet kullanarak bastırmayı iktidar politikası haline getirdi.

Ne pahasına olursa olsun

Arkasındaki oy desteğini, halkı bölerek, birbirine düşürerek, kin ve nefret tohumlarını fütursuzca serperek sürdürmeye çalışıyor. Kutuplaşma ne kadar büyük olursa, iktidarda kalma süresini o kadar uzatacağını düşünüyor ve bu nedenle ısrarla ve sürekli olarak geçmişe giderek, o dönemlerin tanıklarının bile artık hayatta kalmadığı veya çok yaşlandığı için etkisiz hale geldiği bir ortamdan yararlanarak halkın zihnini bulandırıyor.

Örneğin Gezi direnişi ve 17 Aralık operasyonunu, 27 Mayıs ve 12 Eylül öncesi yaşanan bazı olaylarla eşleştirmeye çalışarak “Aynı oyunu bana oynuyorlar, kaos yaratıp darbe zemini hazırlamaya çalışıyorlar” diye tarif ediyor.

Ajan provokatörler iş başında

Oysa “bana karşı darbe hazırlığı yapıyorlar!” diye anlattığı son olayların çoğunda bizzat devletin olduğu, MİT ve Emniyet’in ajan provokatörler aracılığı ile toplumda bir tedhiş havası yarattığını görmezden geliyor.

İşte alın son Okmeydanı olaylarını. Hangi akıl ve mantık izah edebilir bu yaşananları. Yüzleri maskeli, ellerinde pompalı tüfekler, tabancalar, Molotof kokteylleri olan bir güruh ki sayıları sadece 25-30 bunların, bir anda ortaya çıkıyorlar, polise saldırıyorlar, polis ateş açıyor, o sırada cenazede olan bir masum vatandaş hayatını kaybediyor.

Böyle bahane olur mu?

Akıl var mantık var. Gezi olaylarının yıldönümüne 4 gün kala, 25 kişi ile silahlı eyleme kalkışmak, hiç gereği yokken Gezi direni sırasında polisin attığı gaz kapsülü ile hayatını yitiren bir çocuğunu anmak için sokağa dökülünür mü?

Bu yüzleri maskeli, ellerinde silah ve Molotof olanları 15-20 yıldır tanıyoruz. Bunlar toplumsal her olaydan sonra ortaya çıkan ama bir türlü ele geçmeyen bir grup. Dünyanın en büyük istihbarat örgütlerine ayar veren MİT’imiz, Emniyet İstihbaratımız, Genelkurmay İstihbaratımız, sayıları 50’yi bile bulmayan bu gürühu neden bir türlü yakalanamaz.

Devlet bilerek mi yakalamıyor?

Yakalayamaz mı, yoksa yakalamaz mı? Yoksa bu güruh zaten devletten maaş alan ajanlar mı?

Elbette o küçük kalabalık içinde kendini gerçekten devrimci olarak gören, mücadelenin ancak bu yolla yapılacağına inanan gençler vardır. Ama onların da bir durup düşünmeleri gerek. Milyonlarca kişinin katıldığı kitle eylemlerinde sırf bayrak göstermek için şiddet eylemi yapmak, acaba onların hedeflerine giden yolu kısaltır mı uzatır mı?

Gezi günleri gelirken dikkat

Yarın 28 Mayıs günü, Gezi direnişinin başladığı ilk gün. Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmemesi için dozerlerin önüne yatan, sabaha karşı kurdukları çadırların yakıldığı gençlerin o şanlı direnişinin adımının atıldığı gün.

Taksim platformu 31 mayıs’ta halkı Gezi Direnişinin yıldönümünde Taksim’e çağırdı.

Çok doğaldır ki, milyonlarca kişi böyle bir direnişin yıldönümünde yine sokaklarda olmak isteyecektir. Ancak böylesi büyük kitle eylemleri iktidarın en korkulu kâbusu. Başbakan milyonların katılacağı bir eylemin iktidarını yıkabileceğine inanıyor. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun bunu önlemek için elinden geleni yapıyor.

Bu uğurda polisin silah kullanmasına, insanların ölmesine bile razı sanki.

Bayraksızlık çağrısı

Buradan yine aynı çağrıyı yapmak istiyorum. Yarından itibaren İstanbul için de Türkiye için de önemli günler başlıyor. Sesini duyurmak isteyen, sokaklara çıkmayı bekleyen herkese şunu söylemek istiyorum.

Gezi direnişi bir halk eylemiydi. Lideri, kesin bir ideolojisi yoktu. İktidarın baskıcı, dayatmacı, şiddet içeren, kendinden olmayan herkesin yaşam biçimine ve hakkına tecavüzü kendinde hak gören bir anlayışa “yeter artık” diyen milyonların samimi, barışçıl haykırışıydı.

Bu nedenle bu yıl sokağa çıkacak herkesin, s on derece sağduyulu olmasını, tahrikleri kapılmamasını, yüzleri maskeli, ellerinde taşlar, sopalar, molotof kokteylleri olan güruha asla prim vermemesini önermek istiyorum. Eğer yarından itibaren sokağa çıkacaksanız elinizde Türk bayrağından başka hiçbir bayrak, flama olmasın. Gezi direnişi aidiyetlerin bayrak gösterme yeri değildir.

Falanca parti, filanca örgüt, yok şu dayanışma grubu yok bu birliktelik gibi aidiyet belirten hiçbir şey olmamalı meydanlarda, caddelerde.

“İlle de Taksim’e” bile gerek yok

Ve en önemlisi, “ille de Taksim’e çıkılacak, Gezi Parkı’na girilecek” gibi bir hedefe kilitlenmeden, Taksim ve çevresinde oluşturulacak yığılmalarla ve hiçbir şekilde şiddete, zorlamaya başvurmadan sadece bekleyelim.

Bu iktidar kendi yarattığı kaos ortamından beslenmek istiyor ve bu oyuna milyonlar asla kanmamalı, tuzağa düşmemeli.

Evet sevgili izleyiciler, 27 Mayıs’tan başlayıp geldik yine bugünlere. Tabii benim için 27 Mayıs’ın bir önemi daha var. İlk çocuğum, kızım geçen yıl bugün doğmuştu. Bugün o da bir yaşını bitirdi. Umarımı ve dilerim çok daha huzurlu, demokrasi ve hukukun tam yerleştiği, medeni bir ülkenin fedakâr, çalışkan, başarılı bir ferdi olarak büyür.

Yarın aynı saatte görüşmek üzere hepinize iyilikler dilerim. Hoşça kalın.