BABA-OĞUL BAĞI…  

BABA-OĞUL BAĞI...                                                                                

“Şunu söyleyeyim. Atatürk ile halkı arasındaki bağ, efendi ve kul bağı değildi. Baba- oğul alakasıydı.”

Bu mükemmel ve son derece gerçekçi tanımlamanın altındaki imza; Falih Rıfkı Atay!

Şimdi bu sözü esas alıp günümüze gelelim. Birkaç örnekle de içini dolduralım. Hani Atatürk için bitmeyen senfoni deriz ya, derler ya! Hani Atatürk hakkında yüzlerce kitap okumamıza rağmen; içeriden, dışarıdan ilk kez duyduğumuz, hiç şaşırtmayan, ama bilgilendiren, kıvandıran konular, olaylar önümüze çıkar ya!

İşte iki örnek…

1922 doğumlu olan, eski planlamacılardan, iktisatçı ve milletvekili Ali Nejat Ölçen anlatıyor:

“1933 yılında Sivas ilinin Kangal ilçesinde ilkokulun üçüncü sınıfındaydık. O küçük ilçede sadece hükümet binasıyla, okulun çatısı kiremit örtülüydü. Altı toprak kerpiç evlerde yaşıyorduk. Aylarca kimse sokağa çıkamazdı.1932-33 öğretim döneminde bir gün beyaz uzun gömlekli iki kişi atlarıyla geldiler. Hepimizi teker teker bahçeye çıkardılar. Uzaktaki duvara astıkları büyük perdede gittikçe küçülen harfleri okumamızı istediler. En sondaki “z” harfi çok küçüktü. Sonra da atlarına binip gittiler. Sivas’tan gelmişlerdi. Hekim olmalıydılar. Okula bir aya sonra gönderdikleri küçük paketin içinden siyah çerçeveli 4 gözlük çıkmıştı. O gözlüklere ilişik pusulada 4 öğrencinin adı yazılıydı. Onlar uzağı göremeyen öğrencilerdi”.

Gözlerim dolup boşalarak okudum. Ağlayarak paylaştım. Gözyaşlarımı silerek yazıyorum. Bu nasıl bir eğitim anlayışıdır? Bu nasıl bir uzağı görme becerisidir? Bu ne biçim bir eğitimde fırsat eşitliğidir? Bu nasıl bir planlama, iş birliği, sağlık tarama takvimidir? Gel de Falih Rıfkı Atay’a katılma…

Bir iş yerinde yönetici olan arkadaşım anlattı:

“Moldovalı çalışanımız izin istedi, olur deyip onayladım. Ertesi günü bana Anıtkabir önünde çektirdiği resmi yolladı. Altına şu notu düşmüştü; “Sonunda Atamın huzurundayım. Tüylerim diken diken oldu, gözlerim doldu. İnanılmaz bir duygu bu. Keşke daha önce gelseydim. Çok güzel ve kocaman bir müzesi var”.

Bu sözler üzerine dikkat isterim! Konuşan Moldovalı kadın, Anıtkabir’i geç ziyaret ettiği için pişmanlık duyuyor ve “Atamın” diyor…

Anlatırken arkadaşım, dinlerken ben sesli sedalı ağladık. Gel de Falih Rıfkı Atay’ın tanımlamasına, “baba- kız” ibaresini de ilave etme…  

Şair, yazar ve çevirmen Cemal Süreya biyografisini şöyle sınırlamış:

1931 yılında doğdum. 1937 yılında annem öldü. 1944 yılında Dostoyevski’yi okudum. O gün bugündür huzurum yoktur. Biyografim bu kadardır”.

Şairden yararlanarak özetle demeliyim ki; Yüce Atatürk’ü okumaya başladım başlayalı her geçen gün huzur veren, umut veren, gurur veren, yol gösteren 57 yıllık yaşamına sığdırdıklarına bakıp dona kalıyor, O’na olan gönül borcumu yineliyorum…