BİLİNEN BİLİNMEYEN ARASINDA ÇALAN ALARM ZİLLERİ!

BİLİNEN BİLİNMEYEN ARASINDA ÇALAN ALARM ZİLLERİ!

Bin bir dertle boğuşan ülkemizde sürüklenip gidiyoruz hangisini sayayım? Bir daha olmasın diye dualar ettiğimiz seller, yangınlar, taşkınlar, yeniden uyanan salgın hastalık, sel gibi gelen milyonlarca sığınmacı, giden canlar, yitip giden canlılar, bin bir emekle alınanların bir anda kaybolması derken geçip gidiyor günler…

Hangi birini saymalı? Yıkılan evler, boğulan insanlar, sürüklenen araçlar, çöken bağlantı yolları, dere yataklarına kurulan çok sayıda ev ve işyerini basan sular, yaralılar ve henüz kesin sayısı bilmeyen yüzlerce kayıp. Başta Karadeniz olmak üzere sele teslim olan ve onarımı yıllar alacak bir ekosistem…

Karadeniz ağır hasarlı, bölge insanı sıfır moralli, sellerin ve yangının vurduğu yerler ağır yaralı, ülke geneli kaygılı! Nasıl olmasın? Güney yanıyor, kuzey boğuluyor, köprüler yıkılıyor, dereler taşıyor, binalar çöküyor, insanlar boğuluyor ve katar katar göçler sınırlarımızdan içeri dalıyor…

Milyarlarca liraya mal olan ve Manisa’nın verimli arazilerinin ortasına beton dökülerek yapılan havaalanında araba yarışları yapılıp, üzüm ve domates kurutuluyor…

Hal böyle iken ağır yaralı ekosistem, ağır hasarlı ülke, kaygılı insanlar nasıl toparlanacak?

İbni Haldun; “Coğrafya kaderdir” der doğru! Biz göç alan, göç veren bir ülkeyiz doğru! Coğrafi anlamda bölgesel kaderimiz ve gerçekliğimiz var doğru! Osmanlı ve Cumhuriyet geçmişimizde buna sık rastlanır doğru! Göçlerin hukuki, iktisadi, vicdani, demografik, duygusal siyasi, askeri nedenleri ve sonuçları var doğru! Ülkelerin kapasiteleri var ki bu en doğrusu…

Bu noktada; Yanlarında eşya, kadın, çocuk, yaşlı, olmadan İran sınırını geçip akın akın gelen 20-30 yaş arası gençlerin yarın ülkeye yaşatacakları sorunları masaya yatırmak gerekmez mi? Bu soruyu siyasi iradeye sormak gerekmez mi? Afgan mülteciler hem sınırlarımızı, hem sinirlerimizi zorlarken bu göçe çare neden bulunamıyor. (istenmiyor mu demeliydim?) diye irdelemek gerekmez mi?

Bu arada hem sınırdaşımız olan, hem de bir zamanlar dostumuz olan, yıllardır savaşla, iç göçle boğuşan Suriyeli konuklarımız süre olarak ve sayı olarak yetmez mi? Biz göçmen kampı mıyız, sığınmacı deposu, tampon bölge miyiz? Sınır muhafızı mıyız? Batı rahat etsin diye oluşturulan koridorun bekçisi miyiz? Baskıyı, basıncı, yükü azaltmak adına atılan adımları bilmek hakkımız değil mi?

CB’na göre; “210 milyar dolar duvarına yaklaşan ihracatta rekor seviyedeyiz. Büyüme hızımız hız kesmeden ilerliyor. Yangınlara hızlı müdahalede dünyayla yarışıyoruz, her alanda atağa kalkan, sıçrama yapan bütün sektörlerde istihdam artışı hızlanan, sınır hattında güvenliği üst düzeyde olan ülkemiz büyümede İngiltere’den sonra ikinci sırada. Afganistan’la ilgili kurumlarımız çalışıyor. “Hatta belki ben bile onların lideri durumunda olacak olanı kabul etme durumum olabilir!” (siz bu ifade gücüne bakarak danışman ordusunu alkışlamaz mısınız?) İçime sular seller serpen tüm bu açıklamaları duyunca aklımda hiçbir soru işareti ve sorun kalmadı desem yeridir!

Bu durumda iyisi mi eğitim parantezimi açayım. Her ile AVM açar gibi üniversite açılmış her ilçeye yüksekokul açılmış. 9 yıldır öğrencisiz fakültenin dekan ve personeline maaşlar ödenmiş, atıl bekleyen fakültelere ödenekler ayrılmış. Kamu kaynaklarının ekonomik ve verimli kullanılmamasının yarattığı sonuçlara, kişiye özel davranış, adrese teslim iş ilanı, partizanlık ve adam kayırmacılığın ülkemizi getirdiği yere bakan olmamış! En vahimi kolay soruları bile yanıtsız bırakan milyonlarca öğrenci barajı aşamamış.(ayrıntıya girersem çıkamam, bir başka yazıda devam!)

Ekonomik parantez açmadan olur mu? İnsanlar iş bulamıyor, bulsa da maaş yetmiyor, mutfakta tencere kaynamıyor, iş yok, tencere boş, genç işsizlik oranı yüzde 30 civarında! Olup biten ülkenin tümünün uykularını kaçıracak boyutlara ulaşınca da, stres, endişe, öfke, uykusuzlukla baş edemeyen halk çareyi ilaçlarda aramaya başlıyor. Sağlık Bakanı Koca’nın açıklamasına göre her 3 kişiden biri sinir ilaçları kullanıyor. (tam da burada haddimi aşmayayım, psikiyatristlere sorayım, üstelik çok yorulmayacağım sormak için!)

Önemli not: Cesur, çalışkan, fedakâr, zeki dikkatli, kusursuz, kibirle, gururlanmayla, büyüklenmeyle, tepeden bakmayla işi olmayan eşsiz yöneticilerin sevk ve idaresiyle şaha kalkıp zirve yapan ülkemizde her 100 gençten 70’i gelecekten kaygılı ise! Memur, emekli, işsiz, dar gelirli geçim derdinde ise! Sellerden yangınlardan, afetlerden geriye sadece acı kalıyorsa! Her 10 kişiden biri kaçak göçmen olmuşsa! 5.5 milyon Suriyeli arasından işi bilenler ticarete atılıp 20 binden fazla şirket kurulmuşsa, iki ara bir derede Suriyeli - Afgan iş adamları derneği tabelalarını asmışsa! Türkiye’nin omuzuna yüklenen bu ağır yükten kim sorumlu diye soracakken CB; “Türkiye yolgeçen hanı değil! Ekranlarda ileri geri konuşan tipler var onlar bana yara vermez! Sanatçıların dedikleri bir kulağımdan girer, diğerinden çıkar, onlar sazlarını çalsınlar. Bilmedikleri konularda konuşmasınlar!” diye içimize su serpiyorsa sorun yok demektir.

Tam da burada ve bunca karamsar örnek arasında gerim gerim gerilirken, yüzümüzde güller açtıracak, içimize umut dolduracak haber için A. Selvi’ye kulak verelim; “CB çok güçlü bir lider. Tecrübeli bir devlet adamı! Ama onların çok üstünde bir özelliği var insani yönü bambaşka birisi! Tokyo olimpiyatlarında aradaki saat farkından ötürü saatini kuran, müsabakaları izleyen,  sporcuları arayıp motive ederek kutlayan, sosyal medyayı çok iyi kullanan bir lider!” diyor. Daha ne isteriz?

Başlığa dönecek olursak! “Ben, sadece ben, hep ben, daima ben!” diyen hünerli yöneticilerin dünyasında haklı hem de çok haklı iki sorum var! Alarm zilleri niye sussun? Ya da nasıl susacak? Atamalara bakınca giden neden gidiyor? Gelen nasıl geliyor? Bu soruların ucu açıktır ve yanıt gerektirir…