BİR URFA HİKAYESİ; DUMANA GİZLENEN TOKAT!..

BİR URFA HİKAYESİ; DUMANA GİZLENEN TOKAT!..

O kadar eskimişti ki siyah önlüğü, pörsümüş ve yıkanmaktan neredeyse koyu gri bir renk almıştı... Beyaz yakasını önlüğünün üzerine attı, beli lastikli pantolonunu yukarı çekti, yırtık çoraplarının üzerine bir çift çorap daha giydi...

Dışarısı çok soğuktu çünkü... Minik ellerini babasının Suriye'den kaçak yollarla getirdiği "gavur eskisi" ceketinin cebinde ısıtabilirdi de, peki ya ayakları?..

"Cızlavet"i çatlamış, su alıyordu... Bu da pek dert değildi onun için... Alışmıştı kendini ekmeğin yoksul yollarına vururken, üşümüş ayaklarını nasıl da unuttuğunu!..

Annesi derme çatma mutfakta "bulgur aşı" pişiriyordu... O küçücük çocuk yese de, kendini Kötüler Mahallesi'nden Urfa çarşılarına atabilse diye!..

Babası kaçaktaydı küçük çocuğun... Dört kardeşiyle birlikte her akşam Kötüler Mahallesi'nin arkasında; gölgeleri Bizans mağaralarına yansıyan kaçakçı atlarını gözlerdi...

Gece, Abdullah, Kemal, Ali ve Celal'le birlikte beton damın üzerinde üşüyerek çok beklemişlerdi... Üstelik derslerini aksatmayı göze alarak...

Kolay mıydı bedenini tel örgülere vuran bir babanın evladı olmak?.. Kolay mıydı, mayın kokusu sinmiş çayların demlendiği bir evin direğinden yoksun kalmak?..

Annesinin karıştırdığı yemeğin salçası buhara bulaştığında, briketten yapılmış evin garip duvarlarına sanki bir sıcaklık nakşoldu... Gözü sepetin üzerindeki kuru sac ekmeklerine ilişti... Bulgura katık edeceği tek besini oydu işte...

***

Serabı andıran umut!..

Küçük çocuk, annesi çaput sofrayı yere sererken, sabırsızlıkla sıcacık bulgur aşını gözlüyordu... Bakır tencereden can verecek o yemek, kuru soğana bulanmış bir yoksulluğun isyan eden tanığı gibiydi!..

Yalnızca tanık değil, her yoksul kaçakçı evindeki meşhur tanıdıktı... İçine soğan doğranmış keskin bir salçanın ve acı "isot"un lezzet verdiği bir tanıdık...

Sonunda acelece yedi yemeğini... Bakır tastaki suyu kafasına diker dikmez, bir divanın altına uzattı elini ve kocaman bir naylon torba çıkardı... Sonra o "gavur eskisi" ceketini giyer giymez, kendini yırtılmış cızlavetinin insafına terk etti!..

Annesi tahta kapının önünden onu son gördüğünde; küçük çocuk, Kötüler'in daracık sokaklarında kaybolmuştu... Yokluğun içinde, serabı andıran minik bir umut gibi!..

Babasının sınırda jandarma korkusu yaşadığını biliyordu o çocuk... Poşetinde taşıdıklarının kaçak olduğunun da farkındaydı... Üstelik onlarca kez Kötüler'den Urfa'nın Kaçakçılar Çarşısı'na panikle koşarken, polis korkusunu az yaşamamıştı...

Minik adımlarını, taş yollara savrulmuş tespih taneleri gibi sıralarken, gözü hep çevreyi kolluyordu!..

Küçük çocuk o gün akşam karanlığı çökene kadar sinemaların önlerinde; duman sinmiş kahvelerin köhneliklerinde, çarşıda, pazarda bağırarak dolaşıp durdu... Torbadakilerin yarısından fazlasını satmıştı ki, Urfa çarşılarında, tahta ya da teneke kepenklerin tek tek indiğini fark etti...

Tarihin eskilerinden alkışlar ve nefesler saklayan çarşı duvarlarında; günün bittiğini haber veren o kepenk sesleri bir süre sonra kesildi ve küçük çocuk el ayak çekilmiş sokaklarda yalnızlığını hissetti...

***

Tahta kapıda panik!..

Akşamın korkusu, polis kaygısının önüne geçmişken sanki biraz daha rahattı!..

Minik çocuk çarşıdan evine kadar neredeyse 6 kilometre olan yolculuğu panik dolu adımlarla bitirmeye çalışırken; Kötüler Mahallesi'nin girişinde, "Gavur Abdo Kahvesi"nin alçak duvarlarının dibinden yürüyordu...

Susamıştı... Kahvehaneden içeri girer girmez elindeki poşeti yırtık iskambillerin yığıldığı küçük masanın üzerine bıraktı... O an içerideki müşterilerden biri seslendi ona, "Çocuk, getir bir tane!.."

Su bardağını bıraktı, poşetten çıkardığını adama uzattı ve parayı alır almaz kahvehaneden ayrıldı... Kindar belki de kıskanç bir çift gözün tuzak dolu bakışlarla onu izlediğinin farkında bile olmadan evinin yolunu tuttu...

Eve ulaştığında babası henüz gelmemişti... Kimseye çaktırmadan elindeki poşeti yeniden divanın altına gizledi...

Çoğu zaman yılanların bile yüzdüğü betonarme havuzun soğuk sularıyla ellerini yıkadı ve teneke sobanın yanı başına çöküverdi... Tıpkı ellerini sobaya tutarak ısınmaya çalışan kardeşleri gibi o da, küçük evin yoksul sıcaklığına terk etti kendini!..

Aradan üç saat kadar geçmişti ki, tahta kapı panikle çalındı... Tokmağın sesi at kişnemelerine karıştı ve dışarıdaki panik içeride büyük heyecan yarattı!.. Hep birlikte kapıya koştular...

Babası gelmişti... Yüzünde endişe ve özlemle... Tıpkı üzerinde kaçak taşıyan atlar gibi o da ter içindeydi... Kaçak balyalar atların üzerinden indirildi ve evin avlusuna sürüklendi... Kapı kapandı, mahalledeki tüm kaçakçı evlerinin telaşı da yerini akşamın sessizliğine bıraktı...

***

Duvara çarpan haykırış!..

Babası elini yüzünü yıkar yıkamaz tam sofraya otururken, ona seslendi, "Memed..."

Bu sesleniş, şefkate bulanmış bir davetin masum işareti değildi!.. Memed, bazen ince hançeresinde çığlık barındıran o sesteki gizli öfkeyi tanırdı ve kötü bir şeyler olduğunu hissederdi...

Dizleri yamalı çizgili pijamasını ürkerek düzeltti ve "ne oldu babo" diyerek babasına yanaştı... O an yüzünde bir tokadın pervasız acısını hissetti!.. Neden, niçin, hangi uğurda inmişti o tokat yüzüne anlayamadı... Sonra bir tane daha, bir tane daha!..

Burnundan süzülen kanlar henüz dudaklarına inmişken yerde buldu kendini... Kardeşleri panik içinde geriye çekilirken, annesi, soğuk duvara çarpan minik haykırışı duymuş olmalı ki, elindeki yemek tenceresiyle odaya daldı...

Ne olduğunu kimse anlayamadı, ta ki babası, "ulan bu yaşta cığara mı içisen" diyene kadar?.. Oysa tokat kadar acı bir suçlamaydı bu... Çaresizliğini masumiyetine gizledi ve hıçkırıklara mahkum olmuş cılız sesiyle, "ben hiç içmedim ki" diyebildi...

Babası yeniden öfkelendi, "Naco kahvede görmüş seni..."

Memed, su içmek için girdiği kahvehanede, kimin iftirasına maruz kaldığını ve tokatları hangi yalan uğruna yediğini de işte o sırada anladı...

Eski giysilerden yapılmış çaput döşeğine uzandı ve yamalı yorganın merhamet dolu sıcaklığına gizlendi...

İşte yan odada uyumaya hazırlanan annesinin sesini de o sırada duydu; "Okul harçlığı için cığara satıyordu... O masum hiç cığara içmedi ki!.. Boşuna vurdun oğluna..."

O çocuk bugünlerde babasını teşekkürle ansa da; o gün dumana bulanmış o tokat yüzünden belki de çok kızmıştı...

Ancak Memed, yıllardır kendisine sigara uzatan herkese, hep aynı yanıtı vermeye devam ediyor; "Ben hiç sigara içmedim ki..."

https://twitter.com/FARACYAZIYOR
https://www.facebook.com/mfarac