BİTMEYEN NEFRET!

BİTMEYEN NEFRET!
 
Satır başlarıyla özetleyerek ilerlersek! Hem turist gelmiyor diye yakınacaksınız. Hem de dünya mirası Sümela’nın kapısına 3 yıldan beri kilit vuracaksınız. Amaç genelde ülkemizin özelde Trabzon’un kültürel, ekonomik, sosyal yaşamını bilinçli olarak hedef tahtasına oturtmak mıdır? Manastırı 3 yıl süreyle ziyaretçilere kapatmanın bilimsel gerekçesi nedir? 1950’li yıllarda 18 konsolosluğun olduğu, otellerin restoranlarında piyano ve keman seslerinin birbirine karıştığı, evlerden keman ve ut seslerinin duyulduğu, İtalyan Kilisesi papazlarının Ramazan ayında Türk dostlarına iftara gittiği Trabzon’a ne oldu boyle (!)?
 
Eğitimden girip turizmden çıkarak çok geniş anlamda huzurunu kaybeden bir ülkeden söz ediyoruz. İstikrar için oy isteyenler, ülkeyi istikrarsızlık şampiyonu yaptılar. Suriye topraklarında şehitler verdik. Kanlı bir darbe yaşadık. Sultanahmet, İstiklal caddesi, Atatürk Hava Limanı, Ankara, Dolmabahçe, Kayseri, Ortaköy, İzmir saldırıları, harabe haline gelen Diyarbakır, Sur, Cizre, Yüksekova, gündeme oturan Fırat Kalkanı…
 
Böyle bir ülkede huzur olur mu? Böyle bir ülkede insanımız kaygı duymadan yaşayabilir mi? Geçtik huzurdan, sinir sistemi ayakta kalır mı? Öfke, kin, iftira, kumpas, bizden olanlar, bizden olmayanlar, kan, ateş, ölüm, ekonomik ve siyasi krizin hüküm sürdüğü bir ülkeden söz ediyoruz. Huzur nerede?
 
O televizyon senin, bu ekran benim diye ortaya düşenler, o panel senin bu makale benim diye yazar geçinenler, oyunu kuralına göre oynayıp rol kapanlar, kendi çıkarları için apayrı bir yetenek sergileyenler! Ahlaki, vicdani sorumluktan bihaber olanlar! Aşağıdakilere kulak verin bir an…
 
Şanlıurfa Viranşehir Jandarma karakoluna yapılan saldırıda şehit düşen 26 yaşındaki Uzman Onbaşı Erdi Demirer’in 23 yaşındaki eşi Burcu 3 aylık oğlu Çağan’ı tabutun üstüne koyarak ve yolduğu saçlarını tabutun üstüne bırakarak; “Hani birlikte büyütecektik, ben oğluma ne derim?” dedi. Duydunuz mu ve bu feryada yürek dayanır mı?
 
Bolu Belediye Başkanı; “Allah bazı insanları özel olarak yaratır. Ben de onlardan bir tanesiyim. Ben diğer siyasetçilerle kıyaslanamam. Bu konuda hiçte tevazu sahibi değilim” şeklinde konuştu, duydunuz mu ve bu tevazu karşısında (!) ne düşündünüz?
 
Gelir dağılımındaki eşitsizliğe, kalkınmanın Anadolu’ya yayılamamasına, eğitimde fırsat eşitliğini yakalamamaya, kadınların evde oturtulmasına, genç issizlikte yüzde 30’la en kötü ülke oluşumuza hiç girmiyorum.
 
Ancak Nobel Barış Ödülünü alan Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos’un; “Nobel’i değil, barışı istemiştim” sözünün altını çizmek zorundayım.
 
Yine dünyaca ünlü bilim adamımız Prof. Dr. Aziz Sancar’ın; “Ülkeme barışın gelmesi için Nobel dâhil, her şeyimden vazgeçerim” sözünü es geçemiyorum.
 
Bazı yazıları sever sevmez beğenir beğenmezsiniz. Ancak giderek yaşam alanlarımızın ranta ve ateşe atıldığını, giderek yalnızlaştığımızı, soğuk ve tatsız şeyleri yazmak zorunda kaldığımızı, umutsuz günlerin peşimizi bırakmadığını özetle söylemeliyiz. Olağanüstü halin (OHAL) uzadıkça olağanlaştığını unutmadan…
 
Hava muhteşem, kent güzel olsa da, sokakların cıvıl cıvıl, insanların güler yüzlü olduğu günleri özlediğimizi, halkın giderek ilmek ilmek dokunan politikalara alıştığını, “altın nesil” yetiştirme projesinin sonuçlarının alındığını, başarılı okulların proje okul adı altında medreselere dönüştürülmek istendiğini, böylece sadece gençliğin değil Türkiye’nin de kaybettiğini söylemek zorundayız. Ve bizi kıskanan batı basının; “Erdoğan sivil çatışmayla götürüyor” manşetini unutmamalıyız.
 
Tabii Numan Kurtulmuş’un durmadan uzatılan OHAL için düğün, nişan, iş yeri açılışı kutlar gibi “hayırlı uğurlu olsun” dediğini, şimdi de “Suriye politikası yanlıştı” şeklinde geç kalmış bir açıklama yaptığını! Yine tiyatrocuların zabıta yapıldığı, yardıma muhtaç insan sayısının 30 milyonu aştığı, 3 milyonun üzerinde ailenin yardım aldığını da. Bir yandan OHAL ile TBMM’nin devre dışı bırakıldığını, medyanın susturulduğunu, gazetecilerin içeri atıldığını, öte yandan gençlerin geleceğinin harcandığını, ülkenin geleceğine ipotek konduğunu ve haliyle batının bizi kıskandığını da unutmamalıyız!
 
Sonuç bu, düzey buyken öfkeli miyim değil miyim? Sorusu yanıtını bildiğim bir soru olduğundan sormuyor ama mutlu olmadığımı çok net biliyorum…
 
Not: Bernard Shaw; “Siz benim neleri söylediğimi biliyorsunuz. Ama neleri söyleyemediğimi bilmiyorsunuz” demiş. Bu yazının sonunu siz mi bağlarsınız? Yoksa Bernard Shaw’a mı bırakırsınız? O da size kalmış…