BÜTÜN RENKLERİMİZİ SAYENİZDE KAYBETTİK!..
Dün bir yazı okudum...
Güzel, çok güzel bir yazıydı... Hayır, hayatım değişmedi... Yalnızca içine epey öfke, hüzün karışmış bir acı gülümseme gezindi çehremde... Yazarı, aşina olduğunuz bir isim; Ahmet Altan... Yazının başlığı şu “yalancı bahar” günlerinde ölümüne kışkırtıcıydı:
-Sadece insanları değil, şefkati, sevgiyi, kadınlığı, erkekliği, aşkı öldürüyorlar, isyan etmeyecek misiniz?..
Uzun ama öğretici bir başlık... Bizim uzun yıllardır attığımız çığlıklara denk, acılar içinde nereye başvuracağını dahi bilemeyen insanların acılarına eşit, akıl almaz kumpas ve işkencelerle toprağa düşen yiğit insanların sonsuzluğa karışmalarına koşut bir başlık...
Artık alıştığımız tarzda, nefis betimlemelerle başlayan bir yazıydı. “Önce mimozalar gelir” diye başlıyordu... Hani şu kışın ortasında baharı haber veren güzelim çiçekler.. Sonra “bir sabah aniden bütün ağaçların çiçeklerle donandığını görürsünüz” diye devam ediyordu... Ardından insanlara geliyordu sıra:
“...Genç kızlar gülüşür sokaklarda. Erkekler daha bir çalımla yürür... Bir bitirimlik, bir delikanlılık, bir “ben erkeğim edası, bir “bütün dünyanın kadınları bana helal kostaklanması...”
Şahane değil mi?.. Tam Ahmet Altan kalemi... Ama yazı bundan sonra güzelliklerden çirkinliklere, aydınlıktan koyu bir karanlığa doğru devriliyordu...
“... Bu yıl İstanbul’a bahar erken geldi. Ve ben bir daha fark ettim ki artık sokaklar çiçek koksa da, kuşlar ötüşse de bu toplum aşkın kokusunu taşımıyor teninde... Biz böyle değildik... En zor zamanlarda, en acılı dönemlerde, en karanlık dönemlerde bile... en koyu siyahlara boyandığımızda bile bir kırmızımız, bir eflatunumuz, keskin bir yeşilimiz, eğlenceli bir mavimiz olurdu...”
Ve yazar, büyük bir elem kokusu taşıyan sözcüklerle nereye sürüklendiğimizi o şiirsel anlatımıyla adeta kalbimize saplıyor:
-Bütün renklerimizi kaybettik.. Kirli bir gri, kimliksiz bir kahverengi her yeri kapladı...
Ahh şu arşivler!..
Sonra?.. Sonrası daha şiirsel, daha büyük bir isyan çağrısı:
“...Bugün bu ülkede sadece tek tek insanları öldürmüyorlar, bir toplumu öldürüyorlar, bir toplumun köklerine zakkumlu sular döküyor, damarlarını kezzapla büzüştürüyorlar. Buna razı olmamalıyız. Bunun için önce isyanı keşfetmeliyiz... İsyanla dolmalı ruhumuz. Onlar ölümle mi geliyorlar, biz hayatla karşı çıkmalıyız... Onlara benzedikçe daha çok öleceğimiz bilmeliyiz...”
Yazı uzun... Yazı çok güzel, giderek yükseliyor ve bir görkemli kreşendo ile sona eriyor... Hani, “ben yazmak isterdim” dedirten bir manifesto adeta!..
Peki bu yazıdaki “onlar”, o kötücül, toplumun yaşamını “bir hiçe” çeviren o “karanlığın temsilcileri” kim?.. 14 yılda, yazarın deyişiyle “toplumun köküne zakkumlu sular döken” iktidar!.. Daha da ötesi bugünün Saraylısı, günün muktediri
İşte tam bu noktada işe, hiç bir yazarın, aydının, kısacası insanın kaçamayacağı şu “kör olası” arşivler karışıveriyor... Bakalım bu“yüksek kalibreli” yazar, çok değil daha 4 yıl öncesine kadar aynı iktidar, aynı muhteremle ilgili neler yazmış:
-Bu büyük dönüşüm anı, iki lideri alabildiğine parlatıyor. Biri Erdoğan, diğeri Ahmet Türk. İkisi de isimlerini iki halkın tarihine yazıyorlar... Erdoğan’ın sözlerinde de aynı samimiyet, aynı sıcaklık görülüyor... Meydan okumuyorlar, hamaset yapmıyorlar, ucuzluk peşinde değiller... (15.08.2009 Taraf)
-Erdoğan’ın “kalibresine” sahip kim var bu ülkede? Onun cesaretine ve vizyonuna sahip kim var? Kimse yok. Erdoğan Türkiye’de rakipsiz. Ama artık sadece Türkiye’de değil bence dünyada da önemli liderlerden biri... (21.10.2009 Taraf)
-Başkasını bilmem ama ben Erdoğan’ın bu müthiş girişimini, olağanüstü cesur liderliğini, vizyonunu hayranlıkla selamlayıp bütün gücümle destekliyorum... (14.09.2011 Taraf)
-Erdoğan, ona her zaman çok yakıştığını düşündüğüm biçimde şövalyece davrandı. Ve, bize çok önemli bir gerçeği gösterdi... Eğer bu ülkede küçük bir çocuğun başı derde girse, bu ülkede o çocuğun yardımına koşacak bir başbakan var. Bu, benim için de, bu ülke için de çok önemli bir güvence... (08.04.2012 Taraf)
Yaşayan ölüler ülkesinin imarları!..
Bugün halka “karanlığı” anlatan kalem ile daha dün, bugün suçladığı kişiye yaltaklanan kalem maalesef aynı yazarın kalemi!..
Bugün ağlaştığı, halka “kendinize gelin, ayağa kalkın” diye direniş çağrıları yapan bu yazar ve takım arkadaşları daha düne kadar, yere göğe koyamadıkları bu iktidarın kapısında boy sırasına geçmişti!..
Daha önce çok yazdım; bu yazarın “kırdığı kalemlerle” kaç yiğit insan toprağa, hapishanelere, işsizliğe, yokluğa mahkum oldu... O nedenle tekrar etmeyeceğim, ancak bilinmesini istedim; bugünün dijital dünyasında, suçların, günahların eskisi gibi kolayca saklanması olanaksız, bir tuşa bakıyor... Bugün “kahramanca kalem sallayan” aydın sıfatlı muhteremleri “ayy ne güzel anlatmış” diye alkışlayanların da, bu suçluların “kirli gri” geçmişlerini bilmeye hakları var... Hep söylüyorum; muktedir ve hempalarının günahlarına en az onlar kadar batmış olanların, bugün yazdıkları yok hükmündedir... “Kandırıldım”, “ne enayiymişim” “kullanışlı aptallarmışız” türünden artık iyice bayağılaşmış sözcüklerle, kanına girdikleri bu ülke ve halka karşı işledikleri suçların hesabını ver(miş) gibi yapmak o kadar kolay ve ucuz değil...
-Tarih bu aydın kılıklı yanaşmaları layık ettikleri yere mutlaka oturtacaktır...