CİHATA KARŞI CİHAT
Temel İslamî kavramlardan biri de cihattır. Cihat kavramı etrafında cereyan eden güncel politik hadiseler ve tartışmalar, küresel siyaseti de etkileyen bir mahiyet arz ediyor. Öyle ki günümüzde “cihatçılık” diye bir tabir de üretilmiş durumda.
Cihatçılık tabiri İslam bağlamında din kaynaklı terörist faaliyetleri işaret etmek üzere kullanılıyor. Cihatçı denilirken peşi sırada şu da deniliyor: İslamcı terörist!
Peki, gerçekte cihat nedir?
Cihatçılık diye bir tabir ne derece haklı bir zemine sahip?
İslamcı terörizm doğru bir ifade mi?
Bunları anlayabilmek ve isabetli bir kanıya ulaşabilmek için cihat kavramının dinsel metinlerdeki manasına ve aktüel açıdan kullanım amaçlarına etraflıca bakmak icap ediyor.
Yeri gelmişken ifade edelim; malumunuz 2018 yılından itibaren orta öğretim kurumlarında okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin müfredatına cihat kavramı da dâhil edildi. Bu durum, büyük tartışmalara yol açtı.
Milli Eğitim Bakanlığı, cihat kavramının yanlış anlaşıldığını ve okullarda doğrusunu öğreteceklerini savundu. Anımsayalım; öteden beri Milli Eğitim Bakanlığı, okullarda zorunlu din dersi olmasını da yine doğrusunu öğretmek ve dinin eğitim kurumları dışında, farklı yerlerde yanlış öğretilmesinin önüne geçmek gerekçesine dayandırmakta. Lakin gelinen aşamada söz konusu derslerin ne gibi tahribata yol açtığı herkesçe malumdur. Bu tahribatın büyük kısmının aslında dersin müfredatından ziyade öğretici kadronun derse ilişkin alternatif bir ajandaya sahip olmasından kaynaklandığını belirtmeliyiz. Aynı alternatif ajanda cihat kavramı için de söz konusudur. Milli Eğitim Bakanlığı cihat kavramını kendi iddiası doğrultusunda ne denli doğru bir biçimde ders kitaplarına koyarsa koysun; öğretici kadronun yorumları sınıf ortamına damgasını vuracak ve belki de Selefi – Vahhabî anlayış doğrultusunda bir saptırma, öğrencilere empoze edilecektir. Bu, çok güçlü bir olasılıktır. Zira Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin önemli bir bölümünün din algısı, Selefî – Vahhabî çizgidedir.
Gerçek şu ki, cihat kavramına ilişkin yerleşik anlayış, egemen İslam düşüncesinin ürünüdür. Egemen İslam düşüncesi de Emevîliğe dayanmaktadır. Emevîliği, Selefî – Vahhabî anlayışın kökü olarak teşhis etmek de herkes tarafından kabule değer bir gerçektir. Bu gerçek doğrultusunda baktığımızda cihat; doğrudan doğruya kanlı bir din savaşı gibi görülmektedir. İslam’ı yaymak için kan dökmeyi meşru addeden düşünce de cihatçı düşüncedir.
İslam’ı anlama ve algılamada düşülen büyük hata, kaçınılmaz olarak onun temel kavramlarından biri olan cihadı da yanlış anlamlandırmaya neden olmaktadır.
İslam, sultanların / halifelerin egemenliği ve şeriat adı verilen bir kısım tarihsel hükümlerin cari olacağı primitif bir hukuk sistemi olarak telakki edildiğinde böyle bir anlayışı hâkim kılmak için yapılacak savaş da Kur’anî manada bir cihat olmayıp fetih kavramıyla kamufle edilen bir sömürü mücadelesi vasfına bürünmektedir. Bu anlayış, dini, bir zulüm aracına çevirmekte, İslam’ı da sömürü ideolojisi olarak ikame etmektedir. Böyle bir dinsel anlayışı ve böyle bir İslamî düşünceyi egemen kılma mücadelesine cihat demek, aslında hem Kur’anî cihada hem de doğrudan doğruya dinin kendisine karşı savaşa girişmek demektir.
IŞİD, Taliban, El Kaide, Boko Haram vb. terör örgütlerinin egemen kılmak istedikleri İslam’ı düşündüğümüzde, onların bu yoldaki mücadelelerinin aslında gerçek cihat mefhumunu nasıl tahrip ettiğini de görmüş olacağız.
Sahi, adı geçen örgütlerin kafasındaki İslam nasıl bir İslam?
Sözü eğip bükmeden ve kitabın ortasından konuşarak manzarayı aktaralım:
Onlara göre İslam bir teslimiyettir.
Müslüman olmak demek, teslim olmak demektir.
Varlıklar dünyasının dışında ve her şeyden münezzeh, muhayyel bir ilaha yani Allah’a teslim olmaktır.
Allah’a nasıl teslim olunur ki?
Aslında Allah’a teslim olunmaz. Zira o çok uzaklardadır. Adeta yokluğun diğer adıdır Allah, cihatçı örgütlerin dilinde…
Lakin yeryüzünde onun adına hüküm süren ve egemenliğini yoklukla müsavi bir ilaha dayandıran güç odakları vardır. Onlar kendilerini hep “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak görmüşler ve öyle takdim etmişlerdir.
Kimdir onlar?
Sultanlar, halifeler, din uleması yahut şeyhler, mezhep imamları yahut kerametleri kendilerinden menkul bir kısım dinbazlar!
Sözde cihatçı terör örgütleri, kafalarındaki sapkın dinsel anlayışı egemen kılmak için az evvel ifade ettiğimiz sapkın bir Tanrı düşüncesini refere ederek birkaç Kur’an ayeti üzerinden ahkâm keserler.
İstismar ettikleri o Kur’an ayetleri şunlardır:
“…Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” (Sofra Bölümü 44. Söz / Maide Suresi 44. Ayet)
“…Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.” (Sofra Bölümü 45. Söz / Maide Suresi 45. Ayet)
“…Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler bozguncuların ta kendileridir.” (Sofra Bölümü 47. Söz / Maide Suresi 47. Ayet)
Gerçekte bu Kur’an sözlerinin / ayetlerin ilk ikisi Yahudiler hakkındadır. Özellikle de Yahudi din adamları hakkındadır. Tevrat’taki emri uygulamak istemeyişlerinden dolayı Hazreti Muhammed’e haklarında bu ayetler vahyedilmiştir. Üçüncü Kur’an sözü / ayet ise İncil hakkındadır. İncil’deki ahlakî ilkelere uymayanlar bozguncu olarak nitelenmektedir.
Cihatçılar bu Kur’an sözlerinin bir nevi devamı mahiyetinde bir başka Kur’an sözünü / ayeti daha istismar edip çarpık cihat anlayışlarını Kur’anîleştirmek isterler:
“…Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın…” (Ganimetler Bölümü 39. Söz / Enfal Suresi 39. Ayet)
Peki, onlara göre Allah’ın indirdikleri nelerdir? Ayrıca din ile kast olunan nedir?
Öncelikle tekraren belirtelim ki, onlar, Allah’ı yokluk olarak tanımlayıp onu putlaştırma üzerine kurulu bir şirk inancını tevhid etiketiyle kamufle ederek sultanların / halifelerin koyduğu kuralları yahut onların egemenliğini takviye edecek sapkın bir din anlayışını Allah’ın indirdiği yasalar diye empoze etmeye çalışıyorlar.
Burada indirme tabiri de ayrıca sorunlu bir tabir olarak karşımıza çıkıyor. Kur’an’da geçen bu tabir, somut anlamda bir indirmeden çok, soyut ve mecazî bir anlatımı işaret ediyor.
İndirmeyi somut anlamda anladığımızda Allah’ı ve toplumu hiyerarşik bir ilişki ağı içerisinde düşünmüş oluruz ki böylesi bir Allah inancı mazlumların değil zalimlerin ve egemenlerin Allah tasavvurunu yansıtmaktadır. Oysa gerçekte indirme ile kastedilen şey ilhamdır yani esinlemedir.
Bunun nebevi terminolojideki adı da vahiydir.
Peki, onlar Allah’ın indirdiklerinden neyi yahut neleri anlıyorlar?
Ortaya koydukları uygulamalardan açıkça görüyoruz ki şunları anlıyorlar:
İnsanları Allah adına bir halife yönetmeli…
Halife ömür boyu başta kalmalı ve herkes ona biat etmeli…
Halifenin uygulamalarına karşı çıkmak dine karşı çıkmaktır. Bu ise Allah’a isyandır. Zira halife, Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.
Halife, Kureyş’ten olmak zorundadır. Dolayısıyla Arap olmak zorundadır. Bütün Müslümanları Arap soyundan gelen bir halife yönetmelidir.
Bütün Müslümanlar ümmet şemsiyesi altında birleşmelidir. Ümmetin dili Arapçadır. Arapça kutsaldır. Hiçbir Müslüman ulusun dili Arap dilinden daha değerli değildir.
Gerçek Müslümanlık için Araplaşmak kaçınılmazdır. Milli kimlikleri ileri sürmek İslam’a aykırıdır. Türk’üm, Fars’ım, Berberî’yim demek ırkçılıktır.
Bütün Müslümanlar şer’î yasalarla yönetilmelidir. Şer’î yasalar bütün dünyaya egemen kılınmalıdır.
Şeriata göre erkekler kadınlardan üstündür. Kadın yönetici olamaz.
Kadının, tanıklığı ve miras hakkı yarımdır.
Zina yapan kişi recm edilmelidir. Yani, taşlanarak öldürülmelidir.
Kadın ve erkek bir arada bulunamaz. Okulda, çarşıda, toplu taşımda kadın ve erkek tümüyle ayrılmalıdır. Kadın tesettürsüz olamaz. Tesettür zorunludur.
Bir erkek aynı anda dörde kadar kadınla evlenebilir.
Kadının boşama hakkı yoktur. Boşama hakkı sadece erkeğindir.
Kadının kocasına itaati farzdır.
Adet görmeye başlayan her kız çocuğu evlendirilebilir.
Müslümanken başka bir dine geçen yahut dinsizliği, ateistliği seçenin yani mürtedin cezası ölümdür.
Hırsızlık yapanın eli kesilmelidir.
İçki içen dövülmelidir.
Silahlı gasp, eşkıyalık ve yol kesme gibi suçları işleyenler öldürülmeli, el ve ayakları çaprazlama kesilmeli yahut sürgün edilmelidir.
Cinayet ve yaralama gibi suçlarda kısasa kısas cezası uygulanmalıdır.
Namaz kılmayan hapsedilmeli, dövülmeli hala kılmıyorsa öldürülmelidir.
Kâfirlerle yapılan savaşta esir alınanlar köle ve cariye olarak satılabilir.
Kölelik ve cariyelik kurumu İslamî’dir.
İşte o dinbazların Allah’ın indirdiklerinden anladıkları, üç aşağı beş yukarı bunlardır.
Onlara göre bu kurallar uygulandığında hâşâ “din yalnız Allah’ın olacak” ve fitne yeryüzünden kalkacakmış.
Oysa yukarıda ifade ettiğimiz konuların bir kısmı Kur’an’da olmadığı gibi Kur’an’da mevcut olanların çoğu da konjonktürel / dönemsel uygulamaları yansıtmaktadır.
Kur’an inanç ilkeleri itibarıyla evrensel ve zaman üstüdür. Yukarıda bahsi geçen bir kısım ceza hükümleri açısından ise asla evrensel ve zaman üstü değildir. Zira bunu bizzat Kur’an’ın kendisi söylüyor.
Gök Gürültüsü Bölümü 38. Sözde / Rad Suresi 38. Ayette ifade edildiği üzere; “…Her zamanın bir hükmü vardır!”
Gerçek şu ki Kur’an’ın evrensel ve zaman üstü yani her çağda ve her toplumda geçerli olan ilkeleri de vardır. Onlar, Allah’ın değişmez buyruklarıdır.
Peki, nedir onlar?
Adalet, ehliyet / liyakat, emanete sadakat, maslahat ve meşverettir.
Bu beş ilke dinin temelini oluşturur. Bir memlekette bu ilkeler egemense orası İslam yurdudur. Yani barış yurdudur. Zira İslam barış demektir.
Kur’an’ın pek çok sözünde /ayetinde, sıraladığımız beş ilkeye ilişkin buyruklar vardır.
Bunların bir kısmını takdim edelim:
Önce Danışma Bölümü 15. Söze / Şura Suresi 15. Ayete bakalım:
“... Bana aranızda adaletle hükmetmek emredildi...”
Aynı şekilde Bal Arısı Bölümü 90. Söze / Nahl Suresi 90. Ayete de bakalım:
“Şu bir gerçek ki, Allah size adaleti ve iyilik yapmayı emreder...”
Hazreti Muhammed’den nakledilen bir hadiste onun şöyle dediği bildiriliyor:
“Haksızlık yani adaletsizlik karşısında susan dilsiz şeytandır.”
Hazreti Peygamberin bu sözünün kaynağı aslında Kur’an’ın Kadınlar Bölümü 135. Sözüdür. / Nisa Suresi 135. Ayetidir. Ayette çok çarpıcı bir biçimde şöyle denilmektedir:
“Ey inananlar, kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa Allah için tanık olarak adaleti gözetin. Tanıklık ettiğiniz kişiler ister zengin, ister yoksul olsun, Allah onlara daha yakındır. Öyleyse canınızın arzusuna uyarak adaletten sapmayın. Eğer dilinizi eğip büker ya da yüz çevirirseniz bilin ki, Allah’ın, yaptıklarınızdan elbette ki haberi olacaktır.”
Kur’an’ın adalet konusundaki görkemli tutumu, Sofra Bölümü 8. Sözde / Maide Suresi 8. Ayette ise şu şekilde ifade edilmektedir:
“Ey inananlar, Allah için adaletle tanıklık edenler olun! Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil davranın. Korunup sakınma haline uygun olan budur. Allah’tan sakının. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.”
Ehliyet / liyakat konusunda ise Kur’an’da şu ayeti görüyoruz:
“Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hüküm verdiğinizde de adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten de Allah ne güzel öğütler veriyor. Kuşkusuz ki, Allah, gereğince işitmekte ve gereğince görmektedir.” (Kadınlar Bölümü 58. Söz / Nisa Suresi 58. Ayet)
Bu Kur’an sözünü / ayeti, emanete sadakat konusunda da örnek verebiliriz. Ancak Kur’an’da bu konuda başka pek çok söz / ayet daha var. Onlardan en azından birini aktararak yetinelim:
“Ey inananlar, Allah’a ve elçisine çıyanlık etmeyin. Yoksa bile bile kendi emanetlerinize karşı çıyanlık etmiş olursunuz.” (Ganimetler Bölümü 27. Söz / Enfal Suresi 27. Ayet)
Çıyanlık, hıyanet / ihanet sözünün Türkçesidir. Allah’a ve elçisine çıyanlık etmek demek, Kur’anî ilkelere sırt çevirmek demektir ki bu da emanete çıyanlık etmektir. Bunun kavramsal karşıtı da emanete sadakattir.
Maslahat konusunda da Kur’an’da pek çok söz / ayet vardır. Lakin genel manada şunu biliyoruz ki, Kur’an, mefsedetin zıddı temelinde maslahatı ikame etmeyi amaçlar. Mefsedet, ifsat etme fiilinden gelir; kötülük demektir. Maslahat ise ıslah etme manasından hareketle iyilik ve yarar anlamını taşır. Maslahat aslında def –i mefsedettir. Yani kötülüğü kovma, savma, engellemedir.
Toplumsal anlamda maslahattan kasıt, halkın yararı demektir. Buna kamu yararı da deniliyor. Toplumsal ilişkilerde, hukuksal düzenlemelerde, devlet yönetiminde ve hüküm ihdas etme konusunda bir zümrenin değil kamunun yani toplumun yahut bütün insanlığın yararını gözetme ilkesi olarak maslahat, aslında İslam’ın sultanlığa, tek adamcılığa ve her türlü oligarşik anlayışa karşı çıkışını ifade ediyor.
Meşveret ilkesine gelince…
Bu konudaki meşhur Kur’an sözü / ayet, Danışma Bölümü 38. Söz / Şura Suresi 38. Ayettir.
Sözün ilgili bölümü şu şekildedir:
“… Onların işleri aralarında şûra iledir…”
Bu Kur’an sözünde şûraya yani meşveret ilkesine işaret edilmektedir. Onların derken kastedilen müminlerdir. Şûranın yani meşveretin olduğu yerde halkın maslahatını saptamak da daha kolaydır. Bu bağlamda bu Kur’an sözünü hem meşveret hem de maslahat ilkesi için örnek gösterebiliyoruz.
Şûra sözcük anlamı olarak, “danışma, danışarak iş yapma, danışma meclisi” gibi anlamlara gelir. Meşveret de şûraya bağlılığı ifade etmektedir. Bu ilkenin güncel anlamdaki uzanımı da açıklıkla belirtelim ki, cumhuriyet ve demokrasi yönetimidir.
Kur’anî açıdan cihat, işte bu beş ilkeyi bir beldede ve tüm dünyada egemen kılmak için yapılan her çeşit mücadelenin/ çabanın / çalışmanın adıdır.
Öte yandan bu beş ilkenin egemen olduğu bir yerde infak vardır. İnfak, kişinin gereksiniminden fazla olan malını dağıtması demektir. Bu bağlamda; yoksulluğu ortadan kaldırmak, İslam’ın temel hedefidir. İnfak, Kur’anî bir emir olarak pek çok ayette yer alıyor. Bu, iktisadi adaleti ifade etmektedir. İktisadi adalet de genel adalet ilkesinin en önemli unsurudur.
Kur’an’da cihatla ilgili pek çok ayet bulunuyor. Sözde cihatçılar bu ayetleri yukarıda sıraladığımız çarpık dinî anlayışlarını yaymak için ilahî emir telakki ediyor. Oysa söz konusu ayetler Kur’an’ın beş temel ilkesini egemen kılmak için yapılacak her türlü devrimci mücadeleye işaret etmektedir. Üstelik cihat, illa ki savaş anlamına da gelmemektedir. Zira cihat; Arapça çalışmak, uğraşmak, çaba harcamak anlamına gelen “cehd” sözünden türemedir. Oysa Kur’an’da savaş için ayrıca “kıtal - mukatele” sözü kullanılır. Her haklı ve savunma amaçlı kıtal cihattır ama her cihat savaş değildir. Sözlük anlamı, savaşma ve öldürüşme demek olan, kıtal ve mukatele, saldırı olduğunda savunma amaçlı yapılır. Ama cihat, saldırı olmasa da iyiliği anlatma, doğruyu öğütleme, hakkı söyleme ve yayma çabasıdır. İşte bu bakımdan cihat aslında düşünsel ve ahlakî bir gayrettir.
Geleneksel ve egemen dinsel anlayışta, içinde kıtal ve cihad sözünün geçtiği bütün ayetler genel cihat kavramı ile ilintili olarak tefsir edilir. Üstelik tümü de baskın bir biçimde savaş manası temelinde ele alınır. Oysa İslam’da asıl olan savaşsız cihattır. Savaş manasındaki cihat yani kıtal ise tümüyle savunma amaçlı ve zorunluluk çerçevesinde başvurulan bir yoldur.
Nitekim devrimci İslam peygamberi Hazreti Muhammed’in bir sözünde şöyle dediği aktarılıyor:
“Ey insanlar, düşmanla savaşmak üzere karşı karşıya gelmeyi dilemeyin. Tanrı’dan, sizi savaştan korumasını isteyin. Düşmanla karşılaşınca da dayanın ve direnin!” (Buhari, Cihad, 111)
Hazreti Muhammed’in bu sözünün cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’ün; “Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir,” sözünü anımsattığı muhakkak.
Bilinmelidir ki, canı korumak ve yaşamı savunmak en temel İslamî ilkeler arasındadır. Cihat kavramını istismar ederek ve şehitlik inancını kullanıp insanları, büyük can kayıplarının yaşanması kaçınılmaz olan bir savaşa pervasızca yöneltmek kesinlikle İslam’a aykırıdır.
Nitekim Kur’an’da da bu yaklaşıma koşut olarak şöyle denilmektedir:
“… Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamış birini öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin yaşamını kurtarırsa bütün insanların yaşamını kurtarmış gibidir…” (Sofra Bölümü, 32. Söz / Maide Suresi 32. Ayet)
İslam’da savaşın (kıtal – mukatale) yalnızca zorunluluk durumunda ve savunma amaçlı olduğunu en iyi ortaya koyan Kur’an sözlerinden biri de Kutsal Ziyaret Bölümü 39. Söz / Hac Suresi 39. Ayettir.
Sözü geçen ayette şöyle denilmektedir:
“Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlar haksızlığa uğratıldılar. Allah onlara elbette ki yardım edecek güçtedir.”
İslam’da savaşın ancak savunma amaçlı olacağını ortaya koyan bir başka Kur’an sözü da Dişi Sığır Bölümü 190. Sözdür.
“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Ama aşırılık yapıp da saldırgan olmayın. Çünkü Allah saldırganları asla sevmez.”
Müslümanlar ancak mecbur kaldıklarında, saldırıya uğradıklarında yahut potansiyel bir tehlikeyi bertaraf etmek için savaş yapabilirler. Bu durumlar söz konusu olduğunda savaşmak elbette ki tüm Müslümanların üzerine farzdır. Aslında bu genel ilke her toplum için geçerlidir. Müslüman olsun yahut olmasın bütün halklar böylesi durumlarda savaşmak zorunluluğunu bilir ve görürler.
Savaşmak zorunlu hale geldiğinde Müslümanların sorumluluktan kaçmamaları gerektiği çeşitli Kur’an sözlerinde / ayetlerinde açıkça belirtilir:
“Gerek hafif gerek ağırlı olarak hep birlikte savaşa çıkın. Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda mücadele edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha iyidir.” (Uyarı Bölümü 41. Söz / Berae Suresi 41. Ayet)
“Artık inkârcılara boyun eğme. Onlara karşı Kur’an ile zorlu bir savaşa giriş.” (Ayırdedici Bölümü 52. Söz / Furkan Suresi 52. Ayet)
Kur’an, Dişi Sığır Bölümü 154. Sözde / Bakara Suresi 154. Ayette, savunma amaçlı bir savaşta ölenlere ölü denilmemesini istiyor:
“Allah yolunda öldürülenlere sakın ‘ölüler’ demeyin. Onlar diridirler ancak siz anlayamazsınız.”
Bu ayet, Allah uğrunda yani ülkesini savunma, hak, adalet ve özgürlük yolunda mücadele ederken yaşamını yitirenleri onore edercesine “onlar diridirler” diyor. Gerçekten de büyük davalar uğruna hayatını feda edenlerin anısı daima yaşar. Onlar, bedenen yaşamasalar da hatıralarıyla ve geride bıraktıkları büyük şerefle yaşarlar.
Öte yandan cihat kavramı, İslam tasavvufunda daha ziyade nefisle mücadele anlamında kullanılmaktadır. İslam sufîleri, nefsin insana fısıldadığı kötü yönelişlere karşı direnmeyi ve zararlı arzuları gemlemeyi gerçek cihat olarak nitelemişlerdir.
Cihat eden kişiye mücahit denilmektedir. Bu bağlamda, tasavvufta, İslam Sufîleri nefislerine karşı giriştikleri mücadeleden dolayı gerçek mücahitler olarak kabul edilmişlerdir. Onların bu görüşleri aslında Hazreti Muhammed’den aktarılan bir rivayete dayanmaktadır.
Buna göre gerçek cihadın nefse karşı yapılan cihat olduğunu belirten Hazreti Muhammed; “ Gerçek mücahit nefsine karşı cihat açan kimsedir,” diye buyurmuştur. (Tirmizî, Cihat, 2)
Gelin görün ki günümüzde, yakın geçmişte ve egemen İslam tarihinin büyük bölümünde cihat kavramı şeriatı silah zoruyla yaymak için yapılan kanlı savaşların adı olmuştur. Gerçekte o kanlı savaşların evvelce açıkladığımız Kur’anî beş ilkeyi egemen kılmak gibi bir amacı hiçbir zaman olmamıştır. Kaldı ki o beş ilke de zaten savaş yoluyla egemen kılınabilecek ilkeler değildir. Onlar ancak barış yoluyla yayılabilir ve insanlığa egemen kılınabilir.
Kökü Emevilere dayanan muharref İslam’ın dilinde cihat, aslında ganimet, yağma ve talan savaşından başka bir şey olamamıştır. İşte bu nedenle cihat, geçmişin ağır ve sapkın yaşanmışlığının günümüze yansıması olarak dinci terör örgütleri için bir terör yolu olmaktadır. Temiz ve arı duru bir Kur’an kavramı olan cihat, terörize edilerek kirletilmiş, korkunçlaştırılmış ve yozlaştırmanın en sefil haline maruz bırakılmıştır.
Gerçek şu ki, katıksız devrimci Muhammedî İslam açısından cihat kavramı, kıtal ve mukateleden bağımsız olarak; inanıp iyi işler yapmak, iyiliği özendirmek ve kötülükten sakındırmak, kargaşayı önleyip huzur ve güveni sağlamak, doğayı ve hayvanları korumak, sömürüye ve her çeşit adaletsizliğe karşı çıkıp bireyin, toplumun ve halkların özgürlüğünü savunmaktır. Tüm bunları yaparken herhangi bir saldırıya uğradığında kendini savunmak için kıtal ve mukateleye de başvurup savaşmaktır.
İslamî sol projenin temsilcisi Mısırlı Profesör Hasan Hanefi’nin; “Min’el- akide, ile’s-Sevra / İnançtan Devrime” adlı yapıtında da dile getirdiği gibi aslında cihat; adalet ve özgürlük için devrimci çabanın adıdır.
O halde tüm yazdıklarımıza ilaveten belirtelim ki bugün için cihadın en önemli yollarından biri de kendilerini şeriatçı, cihatçı, mücahit, İslamcı, hilafetçi gibi sıfatlarla niteleyen caniler sürüsüne ve onları maşa olarak kullanan emperyalist güçlere karşı mücadele etmek, hakkı, adaleti, insan haklarını, kadının özgürlüğünü, çağdaş eğitimi, aklı, bilimi, sanatı savunmaktır.
Cihat, İslamî ve insanî bir mücadeledir. Cihadı, sözde cihatçı canilerin elinden çekip almak zorundayız. Gerçek ve güncel cihat, dünya halklarını din ve mezhep üzerinden düşmanlaştırmaya çalışanlara karşı halkların kardeşliğini, ulusların birliğini, dünya barışını, en kutsal değer olarak emeği, eşitlik ve adaleti, güven ve huzuru egemen kılmak için bilimle, felsefeyle, propagandayla, teknolojiyle, sanatla ve her çeşit iletişim yoluyla mücadele etmektir.
Bu mücadele ilerici, devrimci bir mücadeledir. Tahrip ve tahrif edilmiş sözde İslamî kavram ve terimlerle insanlığın ve Müslümanların zihnini bulandıran dinci terörizmi ancak devrimci bir mücadele yenebilir. İslamî sol düşüncede bu mücadelenin adı cihattır. Cihadı yaşamlarının merkezine yerleştiren mücahitler de devrimcilerin ta kendileridir.
Devrimci Muhammedî İslam mücadelesi, İslam’ın kirletilmiş, korkunçlaştırılmış kavram ve terimlerini Kur’anî bir perspektifle yeniden ihya etme gayretini mutlaka başarıya ulaştıracaktır.
O halde bir kez daha kararlılıkla ifade edelim ki, cihatçı sapkınlığın, devrimci cihat anlayışı karşısında yenilip darmadağın olması kaçınılmazdır.
Şu şartla ki, sapkın cihatçı anlayışın yol açtığı sorunlar sadece bir güvenlik sorunu olarak görülmemelidir. Çünkü cihatçı sapkınlık, düşünsel ve inançsal zemini olan son derece kompleks bir sorundur. İşte bu nedenle gerçek başarı için Ali Şeriatî’nin dine karşı din ifadesindeki gibi cihata karşı cihat anlayışı, cihat kavramı üzerinden geliştirilen sapkın yönelişleri bertaraf etmek için muhakkak surette devreye sokulmalıdır.
Son söz olarak ilaveten belirtelim ki, cihatçı sapkınlığın retoriğinde başat bir yere sahip olan şeriat kavramı, Allah’ın değişmez yasaları olarak nitelenir. Bu nitelemeye bazı Kur’an sözlerini dayanak yaparlar:
“…Allah’ın kanununda bir değişme bulamazsın!”
Bu ifade; Kur’an’da, Zafer Bölümü / Fetih Suresi 23, Savaşçı Birlikler Bölümü / Ahzab Suresi 62 ve Yaratan Bölümü / Fatır Suresi 43. Sözlerde geçmektedir. Ne var ki bu ifadeyle kastedilen şey, Allah’ın evrene ve topluma koyduğu işleyiş kurallarıdır. Evrendeki fiziksel ve biyolojik yasalar ve toplumdaki sosyolojik işleyiştir. O kuralları / yasaları, işleyişi, istese de zaten hiç kimse değiştiremez. Lakin bilmezler ya da anlamazlar. Belki de bilmek ve anlamak istemezler.
Bilip anlayanlara ve bilip anlatanlara esenlikler olsun.
Gerçeği bilip anlayarak onu herkese anlatmak cihadın en büyüğüdür. Zira böylesi bir cihat kendine düşman olarak sadece cehaleti görür. Cihatçı sapkınlığın beslendiği en önemli kaynak da cehalettir.
Cehaleti yenip bilimi egemen kılmak için cihata karşı cihat etme sorumluluk ve yükümlülüğümüzü ihya etmek zorundayız.
İlahiyatçı-Yazar Cemil Kılıç
https://twitter.com/m_cemilkilic