DİKİŞ MAKİNESİ…
Baştan söyleyeyim! Bu bir kuşak güzellemesi, kadın dayanışması, memleket özlemi ve kuzen sitemidir!
Efendim! Bilen bilir! Bizim kuşağın iflah olmaz bir memleket ve geçmiş aşkı var. Bazı şeyleri yüreğimizden atsak, beynimizden atamıyoruz, beynimizden kazımaya kalksak, anılarımızdan silemiyoruz. Anılarımızı denetlemeye kalksak çocukluktan hele de memleketten (Kars’tan) kopamıyoruz. Sonra da şairlere, şarkı sözlerine sığınıp kalıyoruz. “Neler oluyor bize? ”diyerek!
Yine bizim kuşak başımızı koyduğumuz her yolda başımıza geleceklerin başımızın üstünde yeri var diyen- diyebilen kuşaktı. Hele de özne vatan ve onun vazgeçilmez değerleri ise…
Kısaca bizim kuşak göz ve ses buluşmasının olduğu her yerde derin bir dostluk vardır diyen ve bunu hayatına sokan kuşaktı. Örneklerini artık pek göremediğimiz…
Şimdi bu kuşak güzellemesi girişinden sonra gelelim gelişmeye ve konuyu bağlamaya!
Efendim! Kendimi bildim bileli, güzel şık giyinenlere, renk uyumu olan giysiler seçenlere, modayla birebir olmasa da bu işe ilgi duyanlara hep imrenerek baktım. Tabii ki doğduğum topraklarda her şeyi hemen bulmak, her yeni çıkanı anında alabilmek zordu. Ama yoktan var eden cumhuriyet kuşağı kadınlarından olan rahmetli annem biraz da annesinden aldığı genetik kodla çok güzel dikiş diker, gözümüzü arkada, hele de moda dergilerinin sayfalarında komazdı…
Özellikle ben iki abla, üç ağabeyiyle babasının kıymetlisi, annesinin son beşiği biri olarak doğduğumdan şımarma hakkımın sınırlarını sonuna dek zorlardım! Örneğin geceleri kendi buluşum(!) olan rüya gözlüğümü takar, ertesi günü rüyamda ne görmüşsem o hemen alınsın isterdim! Bu bazen oyuncak bebek, bazen oyuncak piyano, bazen kolları ve yakası kürklü kırmızı palto, bazen de renkli kitaplar olurdu…
Yani ve özetle yaşımın açılarını ve bana açılan krediyi sonuna kadar kullanır çoğu kez de atılan köprüleri aşardım. Merak daha o yıllarda hayatımdan hiç eksik olmadı desem, yazma uğraşımın daha o yıllarda şekillendiğini söylesem abartmış olmam…
Rahmetli babamın ticari, aile büyüklerimizin siyasi kimlikleri gereği evimizden konuk eksik olmaz, lokantanın, restoranın çok az olduğu o dönemin zorlu koşullarında evimize gelen her konuk annemin lezzet küpü yemeklerini tatmadan gitmezdi. Bu tür durumlarda ben adeta kulak kesilir, gelenleri merakla bekler, konuşulanları dinler, gözlem gücümü devreye sokar, sonra da bir yolunu bulup yanlarına giderek o yıllarda pek bi moda olan hatıra defterimi yazmaları için önlerine koyardım. Rahmetli Ragıp Gümüşpala, Melahat Gedik, Vehbi Koç, İsmet Sezgin o yıllarda defterimi yazanların başında gelen ünlülerdir…
Bu defter yazdırma merakım abla ve ağabeylerimin tüm karşı çıkmalarına rağmen başarıyla sonuçlanır, ben savaş kazanmış komutan edasıyla ortalarda tırım tırım gezerdim! Sonra ne mi olurdu? Onlar bazen gülümser, bazen kahkahalar atar, bazen de gülümsemelerine küçümseme de katarlardı…
Yıllar geçti, vadesi yeten göçtü, bazıları haksız bir vade ile erkenden gitti. Geride kalanlara da işin hasret boyutu ve anıları deşmek düştü…
Yine kendi icadım olan rüya gözlüğümü(!) taktığım bir gece rüyama camgöbeği renkli plastikten küçük oyuncak bir dikiş makinesi girmesin mi? Ertesi günü ben erkenden makineyi aldırmanın yollarını ararken kapı komşumuz ve aile dostumuz olan rahmetli Seyfi Bayraktar (Singer Seyfi) amcanın dükkânının vitrininde oyuncak makinemle göz göze gelmez miyiz? Aman tanrım o ne? Rüya gözlüğüm işe yaramış ve bana makinemi alıp getirmişti!
Hemen eve koştum, annemden para alıp makineme kavuştum. Artık benim de küçük ve renkli bir dikiş makinem vardı bebeklerime kâğıttan elbiseler bile dikebilecektim kendimce! Ama rüyam kısa sürdü, şimdi doktor olan kuzenim Serhat Ayrım, makinemi benden almak istedi vermeyince kalın botunun altında ezerek bana uzattı. Rüyama giren, oyuncağımla çok az oynayabilmiş, daha ona doymadan kuzenimin çizmeleri altında pestil olan makinemle baş başa kalınca ağlamak ne kelime, kendimi kaybetmiştim.
İçime cam kırıkları dolduran, anılarımın orta yerinde hep capcanlı kalan bu çocukluk hatıram beni hiç terk etmedi. Sonunda kitaplarımdan birine konu oldu, Ankara’daki imza günüme katılan kuzenim; “Gel gidelim sana sahici dikiş makinesi alayım” dediyse de tarafımdan kibarca reddedildi!
Ve o gün geldi! Bursa’dayım, kürsüde konuşmam bitince, yeni çıkan kitabımı imzalayacağım Bursalı dostlarıma. Yanıma yaklaşan bir hemcinsim önüme bir paket uzatarak; “Bu sizin için” dedi. Elindeki pakete baktım, kitaba benziyordu, “sonra açarsınız” diye ilave etti. Dayanamadım açtım ve içinden mavi renkli oyuncak bir dikiş makinesi çıktı!
Şaşırmakla ağlamak, gülümsemekle haykırmak arasında gidip gelirken şunları söyledi; “Kitabınızı bir solukta okudum, en çok etkilendiğim bölümdü dikiş makinesini anlattığınız öykü. Geleceğinizi duyunca size bir hoşluk yaşatmak istedim. Umarım başarılı olmuşumdur”
Yağmur gibi inen gözyaşlarımı silmeye gerek duymadan hiç tanımadığım okuruma sımsıkı sarıldım, bölük pörçük teşekkür etmeye çalıştım, beni çok duygulandırdığını anlatmak istedim. O gün bugün sayısını unuttuğum, şiltlerimin- teşekkür belgelerimin arasından bana hınzırca gülümseyen mavi dikiş makinemin yüreğimin çok derinlerine işleyen öyküsü bu! Soranlara bıkıp usanmadan anlattığım…
Siz buna kadınca bir dayanışma mı dersiniz? Bir çocukluk anısından esinlenerek durumdan vazife çıkaran bir zarafet olarak mı görürsünüz? Herkesin geçmişinde buna yakın bir travma vardır, o halde ona neşter atıp güzel bir anıyla noktalamanın dışa vurumu mu sayarsınız? Yoksa iç dünyamda ki o çocuksu fırtınayı güneşli bir baharla sonuçlandıran Bursalı dosta geç kalmış bir teşekkür iletisi mi kabul edersiniz? O da size kalmış…