EĞİTİMDE YABANCI DİLE AĞIRLIK VERİLECEĞİ ALDATMACASI
Milli Eğitim Bakanı eğitimi dinci anlayışla yapacağını saklamayan bir ilkokulun açılışında tam gün eğitime geçileceğini bunun dışında yabacı dile ağırlık verileceğini tekrar açıkladı.
Buna göre okullardaki birçok ders sayısı azaltılırken yabancı dil derslerine ağırlık verilecek.
Böylelikle çocukların en az bir yabancı dili iyi öğreneceği ileri sürülüyor.
Eğitimde tek kriterin yabancı dil olmasının saçmalığını bir kenara bırakalım, yabancı dille eğitimi güya güçlendiriliyor olmasındaki aldatmacaya bakalım.
Milli Eğitim Bakanlığı yabancı dil eğitimini güçlendirirken birçok yabancı dili seçmeli hale getiriyor.
İngilizce, Fransızca, Almancanın yanı sıra Çince, Rusça, Japonca dersleri bile var.
Ve tabii bir de Arapça.
Kısa bir süre sonra özellikle Anadolu kentlerinde ve büyük kentlerin varoşlarındaki okullarda seçmeli yabancı dil dersi olarak en çok Arapçanın seçildiğini göreceğiz.
Bahane de hazır; “Talep öyle efendim ne yapalım?”
Sanki bütün okullarda “Japonca veya Çince isteyen öğrenciler çoğunlukta” olsa öğretmen bulacaksınız da.
Ama Arapça kolay, Arap harflerini bilen az buçuk da Arapça konuşan cami imamları bütün okulların Arapça öğretmen ihtiyacını karşılayacak kadar vardır.
Peki, özellikle düşük gelirli, düşük eğitim ve kültürlü aileler çocukları için neden Arapça dersini tercih edeceklerdir?
Arapça öğrenmesi halinde çocuklarının daha başarılı olacağını, daha iyi mesleklerde, daha çok kazançlı olacaklarını mı planlamaktadır?
Hayır; çocuklarına seçmeli ders olarak Arapçayı isteyenlerin tamamına yakını Arapçayı Kuran dili olduğu için kutsal sanmaktadır.
Arapça öğrenerek sevaba gireceğini, dinini daha iyi öğreneceğini ve daha dindar olacağını düşünmektedir.
İktidar da “yabancı dille eğitimi güçlendiriyor ve çeşitlendiriyoruz” aldatmacası ile halkın bir bölümünün bilinçaltındaki bu duyguyu körüklemekte ve “dindar-kindar” nesil yetiştirmekte önemli bir adım atmaktadır.
Bunun en güzel kanıtı da piyasada satılmaya başlanan Arapça ders kitapları.
Bu kitaplarda Arapça değil de adeta İslam dini anlatılıyor.
Bir kere kitaplardaki bütün kadınlar ve hatta kız çocuklar dahil türbanlı.
Bir yabancı dili kavramayı öğreten ilk temel cümlelerin tamamına yakını dinle ilgili.
İngilizce de “What is this” diye başlayan dersler Arapça da “Benim dinim İslam” diye başlıyor.
“Sie ist eine Lehrerin” yani “O bir öğretmen” cümlesiyle Almanca öğrenmeye başlarsınız, oysa Arapça ders kitabında bir baba çocuğuna kara tahta başındaki türbanlı ve topuklarına kadar tesettürlü bir kadını göstererek “O bir Müslüman” diye öğretmeye başlıyor Arapçayı.
Kimileri “ne fark eder, sonuçta çocuk Arapça öğrenmeyecek mi?” diye kasıtlı sorular sorabilir.
Hayır, Arapça ya da herhangi bir dil böyle öğrenilmez.
Bir yabancı dili dini motiflerle öğrenen bir çocuk o dili kullanamayacağı gibi pozitif bilimleri öğrenme ve kullanma becerisini de asla kazanamaz.
Basit bir örnek vereyim; bugün ilköğretimini Anadolu'nun küçük yerleşimlerinde gören çocukların tamamına yakını mutlaka ilkokul çağlarında Kuran kurslarına da katılmıştır. Ama sorun bakalım kaç tanesi Arapça bir metni anlamasa bile okuyabilir hatta bırakın okumayı harflerin bile kaç tanesini tanıyabiliyor.
İktidar “dindar-kindar” nesil yetiştirme projesiyle tüm çocuklarımızın geleceğini çalıyor. Türkiye'de aklı selimin bir an önce galip gelmesi, din eğitimini planlı programlı bir biçimde ve gericiliğe, bağnazlığa, hurafelere yol açmayacak biçimde ele alması, pozitif bilimlerin ise laik bir anlayışla yeniden tesis edilmesi gerekmektedir.
Türkiye'nin aydınlık güçleri var güçleriyle bu savaşın içinde olmalıdır.
Aksi takdirde biz darbeydi, çetelerdi cemaatlerdi, diye tartışırken geleceğimizi tamamen yok edeceğiz.
BUNU YAZMAK GEREK
“İngilizce var da Arapça neden olmasın” diyenlere
Dinci kesimin öteden beri dilinden düşürmediği bir söz vardır.
Hep derler ki “Okullarda İngilizce, Fransızca öğretiliyor da Arapça'dan neden rahatsız oluyorsunuz?”
İlk duyulduğunda mantıklı ve doğru gibi gelebilir bu söz.
Öyle ya o da yabancı dil bu da yabancı dil, isteyen istediğini öğrenir.
Oysa İngilizce boşuna seçilmiş bir dil değil.
Dünyada pek çok dil konuşulur ama bazıları uluslar arası dil kabul edilir.
Bunun da kriteri Birleşmiş Milletler'dir.
Bu kurulda konuşulan birkaç dil vardır.
Oturumlara katılan devlet başkanları, başbakanlar ya da eşdeğerleri kendi dilleriyle konuşur ama kurulun kendi içindeki ortak toplantılarında saptanmış birkaç dil vardır. Delegeler ancak bu dilleri kullanırlar kürsüde.
İngilizce, Fransızca Rusça ortak uluslar arası dildir.
Bunun dışında bir de tüm ülkelerin “doğal olarak” ortak kullandığı diller vardır.
Bunların başında İngilizce gelir.
İngilizce konuşulan ülkeler ve bunlardaki nüfus örneğin Çin'in nüfusundan daha azdır ama dünyada kimse Çinceyi ortak dil olarak kullanmaz. Venezuela'dan veya Hollanda'dan ya da Mozambik'ten Çin'e gidenler ortak dil olan İngilizce ile anlaşırlar.
Türkiye de eğitim sisteminde yabancı dil derslerini düzenlerken dünyada geçerli bu kurala uymuş okullarında yabancı dil olarak İngilizce, Almanca ve Fransızcayı koymuştur.
Şimdi gelişen koşullarda başka yabancı diller de elbette konulabilir.
Ama Arapçanın dünyada geçerli bir dil olduğu için değil bu iktidarın zihniyetine ve amacına uygun olduğu için seçildiğini bilelim.
Bİ SORALIM BAKALIM
“Ödediğimiz bedeller” diyorsunuz da kim ödüyor o bedeli?
Yine bir terör olayı ile yüreğimiz yandı.
Neyse ki harika bir hükümetimiz var. Çok güzel açıklamalarla hepimizin yüreğine su serptiler!
Başbakanın ve bakanların açıklamalarından terörün bitmek üzere olduğunu teröristlerin akıttıkları kanda boğulacağını, yapılanın hesabının mutlaka sorulacağını, ortada tek terörist bile kalmayacağını on bin bilmem kaçıncı defa yine öğrendik ve rahatladık!
Cumhurbaşkanı ise “Ödediğimiz bedellerin boşa gitmeyeceğini” söyledi. Peki, kim bedel ödüyor? “Ödediğimiz” deyince sanki kendileri bedel ödüyormuş gibi anlaşılıyor.
Oysa bedeli bu millet ödüyor, bu milletin daha çok fakir kesimi ödüyor, can vererek, aç kalarak, işsiz kalarak ödüyor.
Ne kolay değil mi, sorumluluk makamlarında oturup herkesten fazla şikâyet etmek ve ödenen bedellerden söz etmek?
Bu millet ödediği bedellerin boşa gitmediğini, bunları yaratanlardan hesap sorulduğunda görecektir.
KAFAMI BOZAN ŞEYLER
İnsanları koruyamadılar ama öldürüldükleri yeri korudular
Ankara'da korkunç bombalı katliamın yıldönümüydü dün.
Yüzün üzerinde insanımızı kaybettiğimiz Gar patlamasını birinci yıldönümünde kınamak ve yakınlarının can verdiği yere karanfil bırakmak isteyen insanlara iktidar izin vermedi.
Sabahın erken saatlerinde yüzlerce polis gar çevresinde önlem aldı, etrafta kuş uçurtmadı.
Protestoculara yine şiddet uyguladı. Dövdü. Yerlerde sürükledi, gözaltına aldı.
Neden?
Bir yıl önce ona insanımız orada can verirken önlem almayı düşünmeyenler şimdi olay yerini korumak için neden bu kadar gayretkeş oldular?
İnsanları koruyamayan ama olay yerini bir yıl sonra koruyan bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Bunların hepsi korkudan kaynaklanıyor.
Suçluluk kompleksi ile halkı gerçeklerden uzak tutmak için her yolu deniyorlar.
Cemaatin dinci faşist darbe kalkışmasının bir şov olarak kullanılmasının sonuna gelindiğini fark ederek dikkatleri yine başka yöne çekip kendi suçlarından ve sorumluluklarından kurtulacaklarını sanıyorlar.
İşe bakın ki Ankara katliamına tepki gösterenler CHP'nin Kartal'da düzenlediği İslam Sempozyumu'nda da şiddete maruz kaldı. Polis CHP toplantısında bile kimseye göz açtırmadı.
Türkiye'yi iyice yaşanmaz bir ülke haline getiriyorlar.
BUNU YAZMAK GEREK
Kamu kuruluşları “reklam verme kriterlerini” açıklamak zorundadır
Hükümetin elindeki TOKİ'nin, Sözcü Gazetesi'ne reklam verilmemesi için inşaatçı firmalara baskı yaptığı skandalı ortaya çıktı biliyorsunuz.
Sözcü Grubu'nun gücünden korkan iktidar maddi kaynakları kısabilmek için elinden geleni yapıyor.
CHP'li milletvekilleri de TOKİ'nin Sözcü'ye reklam verilmemesi için yaptığı baskıları soru önergesiyle soracaklarını açıkladılar.
Daha önce de yazdım, bir kere daha yazmak ve uyarmak istiyorum.
Bu iktidar “Sözcü'ye (Halk TV'ye) neden reklam verilmiyor?” veya “Sözcü'ye (Halk TV'ye) reklam verilmemesi için TOKİ neden baskı yapıyor?” türü sorulara asla cevap vermeyecektir.
Verse de bu cevaplar sade suya tirit olacaktır.
Oysa sorulması gereken şey basittir; İster kamu ister özel kuruluşlar olsun, reklamları babalarının hayrına vermez, veremez. Reklam daha fazla tanınmak daha çok ürün veya hizmet satabilmek için verilir. Bu nedenle reklam verilirken en çok kişiye ulaşmak amaçlanır. O halde her kuruluş reklam vermeden önce “nasıl ve hangi koşullarda reklam vereceğinin” bir planını yapar, kriterler oluşturur. Devlet kurumlarının da mutlaka bir reklam verme kriterleri vardır.
Sorulması gereken devlet kurumlarının hangi kriterlere göre reklam verdiğinin açıklanmasıdır.
Hükümet muhtemelen bu sorulara da cevap vermeyecektir ama olsun siz yine de sorun.
En azından “kıvırtarak” bir cevap veremezler.
ASKER İŞİ GÜCÜ BIRAKTI ANITKABİR'LE UĞRAŞIYOR
Önce bir firmanın parasını ödemesini fırsat bilip ucube bir çocuk parkı yapıldı Anıtkabir'e.
Şimdi de bir halı saha yapıldığını öğrendik.
Ne oluyor?
Orası Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun ebedi istirahatgahı.
Anıtkabir'in yönetim ve korumasından sorumlu Genelkurmay hangi gerekçelerle bunları yapıyor?
Yandaş medyanın alay konusu oldu Anıtkabir.
Çocuk parkını bile savundular “Atatürk çocukları severdi kendisi de salıncağa binerdi, hani Atatürkçüydünüz?” diye dalga geçiyorlar tepki gösterenlere.
Şimdi de muhtemelen “Atatürk sporcunun zeki çevik ve ahlaklısını severdi, spor yapılan bir yere niye karşı çıkıyorsunuz” diye kafa bulacaklardır. Kendi askerini korumaktan aciz kalan Genelkurmay'ın artık Ata'nın yattığı yerdeki sorumsuz eylemleri bir son bulmalıdır. Unutmasınlar orası bu milletin kalbinin attığı yerdir aynı zamanda.
Siz Atamızın kabri ile oynamak yerine Atatürk'ü, cumhuriyet devrim ve ilkelerini bu milletin yüreğinden söküp atmak isteyen dinci- faşist cemaatin içinize nasıl sızdığını ve sizi bir kukla gibi nasıl oynattığını ortaya çıkarmaya çalışın.
O kadar.
https://twitter.com/can_atakli_