“Kara sinek orduları sokağın ortasından geçen kanalizasyon atıklarının üzerinde sortiler yaparken; duvarın dibinde gölgenin mecburi bekçilerine dönmüş çocuklar vardı!..
Mahşeri bir sıcağın tenlere adeta kurşun sıkan yakıcılığında sinekleri izlerken bile iyimserdi çocuklar!.. Allahtan kara sinekti onlar, ya “Tatarcık” olsalardı?..
Tatarcık (çeçe sineği) Urfa’nın belasıydı... “Şark çıbanı” denilen ve vücutta derin izler bırakan illeti işte o sinekler bulaştırırdı...
Çıban, kenar semtlerde öylesine sıradanlaşmıştı ki, yöre halkı ona “güzellik” demeye başlamıştı!.. Herkesin yüzünde gül gibi açan bir yaraya güzellikten başka ne denilirdi ki?..
İşte o çocuklardan biri, Urfa’nın yalnızlığa itilmiş Kötüler Mahallesi’nde, yaşamın siyah beyaz görüntülerini taptaze aklına nakşederken, kahverengi gözlerini çok ileride, belli belirsiz görünen bir yapıya odaklardı...
Çocuk aklı işte; sanırdı ki “eski insanlar” yaşıyordu oralarda...
Kötüler Mahallesi’nde, kavurucu sıcak günbatımına doğru etkisini yitirir diye beklenirken, betonarme gecekondulardan yansıyan ısı, bir buhar dalgasına dönüşür ve günün son sıcağını bunaltacak biçimde havaya savururdu!..
Küçük çocuk, sıcağın azalmasının ardından Suriye ovalarından gelen hüzünlü serinliğe bırakmak isterdi kendisini...
Baş okşayan serinlik!..
İki odalı gecekondularının arkasında, birkaç briket evden sonra kıpkırmızı toprakların köşelerine öbeklenmiş terk edilmiş bağlar vardı...
Ve de, geceleri adeta korkunun platolarına dönüşen, sanki eskinin hapsolduğu virane mağaralar!..
İşte o çocuk ve mazlum arkadaşları, güneşe sırtını dönmüşçesine, gölgeye mahkûm olmuş antik mağaralarda oynamak zorundaydı!..
Eşek sırtlarında, kilometrelerce uzaktan içme suyu taşınan, deniz görmemiş çocukların mahallesiydi orası...
O çocuğa, işte o zamanlarda “en çok neyi özlüyorsun” diye sorulduğunda, eminim şu yanıtı verirdi:
“Başımı okşayacak serin bir gölge!..”
Akşamlar yalnız o çocuk için değil, yakıcı Ağustos sıcaklarında mağaraları oyun alanı yapan arkadaşları için de, gölgenin kucağında ninniler gibiydi!..
Küçük çocuk, kardeşleriyle birlikte akşam yemeğini yer yemez, dirseklerini bitişik evin briket duvarlarına yaslar ve uzaktan beşiği andıran o kayalıklara odaklanırdı...
Rüyalarında tıngır mıngır sallanan, içinde belki de yaşıtlarının oynadığı o gizemli yapıda ne vardı acaba?..
Omzu yıkık harabeler!..
O çocuk yani Mehmet, uzun yıllardır aklını kurcalayan o tuhaf yapıyı keşfetmeye karar verdi... Bir Pazar sabahı, güneşin henüz zulmünü sergilemediği anlarda, Ahmet, Ali ve Mahmut’la birlikte uzun bir yolculuğa koyuldu...
Urfa’nın on kilometre kadar güneyinde, Kötüler Mahallesi’nin ardında, kayalarla süslenmiş çıplak dağlara doğru koştular “cızlavet”leriyle!..
4 kişiydiler; plastik bir matarada su, naylon torbada bazlama ile peynir ve meraka bulanmış yürekleriyle koşar adım gittiler...
Saatler sonra, o acayip yapının olduğu tepenin yamacına ulaştılar...
Birbirlerinin yüzüne baktı çocuklar... Sessizliğin boş kuyularda ninni söylediği öğlene yakın saatlerde, çocuk korkularıyla tedirgin de oldular...
Sanmışlardı ki çocuklar, orada eski zaman insanları vardı!.. Sanmışlardı ki, yaşamın gri tonlarına sığınmış çocuklar koşacaktı merakla onlara doğru!..
Oysa, Urfalıların “Nemrut’un Tahtı” diye nitelediği o tuhaf mekân, sahipsizliğe terk edilmiş, eski çağların pörsümüş fotoğraflarından başka bir şey değildi!..
Çocuklar nefes nefese yürüdüler ürkütücü yapıların diplerine kadar... Eskinin en gri tonlarının köhneliğinde antikaya dönmüş mağaralar ve omuzları yıkık yaşlıları andıran harabe odalar... Ne “beşik” vardı, ne de Nemrut!..
Belli ki, çok eskilerde bir yaşam alanıydı burası... Çocuklar işte çevresinde tek ağacın bile olmadığı, uçsuz bucaksız bir vadinin ortasında, bir yetim gibi duran o antik harabelerin gölgesinde yediler bazlama ile peynirlerini!..
İpeğe nakşolmuş gölge!..
Arkadaşlarını kilometrelerce yürüterek harabelere ulaştıran o küçük çocuk, rüyalarına kadar giren gizemli yapının ortasında hayal kırıklığına uğramıştı!..
Tek kazançları vardı; uzun ve terli bir yolculuğun ardından şimdiye kadar hiç hissedemedikleri mistik bir serinliğin ortasındaydılar!..
En azından hem “tatarcık”lardan hem de namlusunu cana doğrultmuş güneşten korunma uğruna o günü, çok eski bir huzurun kucağındaki serinlikte geçirmeye karar verdiler...
O gün belki de, yüzlerce yıldır olmadığı gibi hiç kimse gelmedi oraya, ipeğe nakşolmuş gölgeden başka!..
Kötüler Mahallesi’nin 4 meraklı çocuğu, bir Pazar gezmesine çıktıkları o tarihi mekânın gerçekte ne olduğunu o yaşlarında tabi ki öğrenemediler...
Oysa kalıntıları uzaktan bir beşiği andıran o yapı, M.Ö. 1. yüzyıla ait bir putperest tapınağı ve aynı tarihlerde inşa edilmiş anıt mezardan oluşan “Deyr-Yakup Manastırı”ndan başka bir şey değildi...
Hıristiyanlık döneminde, Suruçlu Aziz Yakup (451-521) zamanında manastır olarak kullanılan yapının doğusunda, kayadan oyulmuş keşiş odaları vardı... Süryani rahipler yetiştirilirmiş oralarda...
İki katlı o harabe yapıdaki dört blok taşa Grekçe (eski Yunanca) ve hemen altında Palmira harflerle kazınmış Süryanice şu yazıt vardı:
“Ma’nu oğlu Şaredu’nun karısı Amaşşamaş...”
“Güneşin hizmetçisi” anlamına gelen Amaşşamaş bir uyanabilseydi, Kötüler’den gelmiş o dört çocuğun başını okşadığını anlar mıydı acaba?..
Peki, gizeme ve gölgeye sığınma uğruna arkeolog olmaya özenen o çocuklar, aslında “güneşin hizmetçisi”yle tanıştıklarını öğrendiler mi?..
En azından Mehmet öğrenmiş olmalı!.. Haksız mıyım?..”
OKURLARA NOT; 30 Mart 2012’de bu köşede yayımlanan yukarıdaki yazı, bu satırların sahibini “araştırmacı”lığa iten anılardan biridir... Aralarında bulunduğum 4 meraklı çocuğun “keşif”ten kaynaklanan bayram coşkusu gibi heyecanları da olduğu için yazıyı anımsatmak istedim... Gelecek bayramlarda başka anıları da paylaşmak dileğiyle, Şeker Bayramınız bir kez daha kutlu olsun.
https://twitter.com/FARACYAZIYOR
https://www.facebook.com/mfarac