İLK DERS…
Üniversite yıllarımda okul açıldığında ilk dersi okulun deneyimli, sevilen, hitabet yeteneği güçlü, beden diline hâkim, ses tonu etkili hocalarından biri anlatır, sonrasında sınıflara dağılırdık. Taaa o yıllarda hocalarımı dikkatle dinler, üstüme vazife olmasa da onlara not verir, acımasızca eleştirir, ya da ellerim kızarıncaya kadar alkışlardım. Yıllar sonra mezun olduğum üniversiteye konuşma yapmam için çağrıldığımda aklıma o günler geldi hem utandım, hem kıvandım…
Ben bunu neden anlattım? Çalıştığım okul benden bu yıl ilk dersi anlatmamı istediğinde ve konu başlığını ve içeriğini bana bıraktığında aklıma hemen öğrencilik yıllarım geldi. Benim ve arkadaşlarımın nelerden etkilendiğini hatırladım, aradan geçen bunca yılda değişen koşulları, unutulan değerleri, eğitimin başına getirilenleri düşündüm. Hemen ne anlatacağıma karar verdim.
İlk dersi anlatırken genel bir tablo içinde özel başlıklara girmeli ve ülkemizin bir fotoğrafını çekmeliydim. Amacım genç öğrencilerimizin gözünü korkutmaktan çok ülke gerçekleri hakkında bir özet sunmak ve bazı satır başları açmak olmalıydı. Gerekçem hazırdı; hangi okulda okursa okusun, hangi dalda eğitim alırsa alsın her gencin ülkesinin sorunlarını bilmek hakkı, görevi ve sorumluluğu olmalıydı.
Bizzat ilgili bakanlığın açıklamasına göre ülke nüfusunun yüzde 10’u devletin doğrudan desteğine muhtaçken, her 8 kişiden biri doğrudan devlet yardımı alıyorken, geliri 592 liranın altında olan 9 milyon yurttaşımız varken, TÜİK ülkemizde yoksul sayısının 16 milyonu aştığını açıklamışken yarının yöneticilerine ülkenin ekonomik tablosundan başlamak gerekirdi…
Ekonomik tablo böyle iken, tamamen siyasi amaçlarla bakan yardımcılığı görevine getirilenlerin özel odası, özel sekreteri, özel şoförü ve ciddi maaşı varken bu ne perhiz bu ne lahana turşusu misali bazı örnekler verilmeliydi! Ülkenin ekonomik koşulları böyle iken; İtibardan tasarruf olmaz” gerekçesiyle saraya harcananlar unutulmamalıydı.
AB ile ABD ile hele de komşularımızla ilişkilerimiz limoniyken, batı basınına göre; ilişkiler ciddi biçimde zedelenmişken ve onlara göre tarih Erdoğan’ı AB sürecine, batılılaşma serüvenine baltayı indiren lider olarak yazacakken dış ilişkiler konusunda ciddi sorunların olduğu anlatılmalıydı.
Eskiden devlet yönetiminde esas alınan adına da “devlette devamlılık esastır” denilen bir teamülün olduğu, daha sonra bunun bir köşeye fırlatıldığı, yetişmiş insan gücünün “bizden değil” diye dışlanıp izole edildiği, deneyimsiz kadrolarla ve uzmanlaşmamış ellerde ülkenin bu noktaya getirildiği tekrar edilmeliydi.
Eğitimden sağlığa, yargıdan askere, ekonomiden uluslararası ilişkilere her alanda durum içler acısı iken, yetkililere sıklıkla “Cumhuriyete cephe açacağınıza çağdaşlığa yol açın!” denilmeliydi. Eskiden aile yapısından devlet yönetimine tevazu diye bir şeyin olduğu, alçakgönüllü olmanın olması gereken bir şey olduğu, parmakla gösterilmemesi gerektiği bir kez daha genç kuşaklara altı çizilerek anlatılmalıydı.
Bugünlerde çok yaygın olan; “Türkiye’nin en iyi yazarıyım” ya da “Ülkenin en güvenilir insanı” gibi sıfatların bol keseden dağıtımının aslında ayıp bir şey olduğu, orda durup düşünmek, hatta donup kalmak gerektiği özellikle söylenmeliydi. Hatta bu sıfatları benimseyen ve sıklıkla kullananlara da dönüp; “Bu nasıl bir sıfattır, bu nasıl bir özgüven patlamasıdır, bu nasıl bir yüksek- alçak tüm dağları ben yarattım havasıdır?” diye sorulmalıydı.
Bunun sonucu olarak, tepedekilere hem reis, hem kasırgalara direnen dünya lideri, hem Avrupa fatihi, hem asrın lideri olmanın az geldiği ve kabul gördüğü anımsatılmalıydı.
Özetle ilk gün öğrencilerime öyle bir ders anlatmalıydım ki; Olaydan olguya, örnekten düşünceye, sorundan çatışma kültürüne beden dilinden ses tonuna, hem etkili iletişimin tüm yollarını göstermeli, hem de hiç unutmamalarını sağlayarak, kulaklarına bir şeyler akıtmalıydım…
Özettin özeti genel bir girişten sonra ne mi yaptım? Şunu yaptım!
“Sizler yolun başında birer sanatçı ve sanatçı adayısınız. Çok şey bilmek, çok şey izlemek, çok şey okumak zorundasınız. Zoru seçtiniz katlanacaksınız. Önce unutmayın! Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yıla yaklaşan öyküsünün başlangıcından bugüne ulaşan seyri evrensel bir kişinin getirdiği kurallarla yoğrulmuştur. Zaman içinde yaşananlar, Cumhuriyet’e açılan cepheler hep hesaplı kitaplı adımlardır. O yıllarda yapılan büyük meydan savaşları, yaşamsal meydan muharebeleri sonucu elde edilen toplumsal zaferler ilginç olduğu kadar öğretici, ders verici olduğu kadar kalıcıdır, çünkü yapılan şey bir toprağı vatan yapmaktır. Bunun için ağır bir bedel ödenmiştir, kanla –canla- kahramanlıkla ödenen bir bedeldir bu.
Kim ne derse desin! Unutmayın Atatürk bu ülkenin kalbi ve ruhudur. Onu çıkarırsak elimizde ne kalır? Ağlayıp utanmaktan başka…
1930’ların o savaş yorgunu yoksul ülkesinde savaş kapıda bekler ve halk yoksulluktan kırılırken ilim, irfan, kültür coşkusunu, kadını ve eğitimi cumhuriyet projelerinin temeline oturtanları anmayıp ne yapacaksınız? Özellikle de Cumhuriyetin koltuğuna oturup dudak bükenlere, cumhuriyetin kazanımlarını inkâr edenlere, müspet bilimleri yok sayanlara, vasiyetleri çiğneyip saray dikenlere hatırlatmayıp ne yapacaksınız?
Şimdi buraya bir virgül koyalım ve İtalya’ya gidelim. Atatürk öldüğünde görevli olduğu okulda konuşma yapan bir İtalyan profesör, şöyle der; “Sezar! İskender! Napolyon! Ayağa kalkınız, büyüğünüz geliyor.” Bu söz alkışlanmazsa ne alkışlanır? Unutmayın! Tarihimizden, geçmişimizden, ülkemizden Atatürk’ü çekerseniz, geride hiçbir şey kalmaz.
Atatürk’ün yetenekli gençleri eğitim için yurtdışına göndermesi, (o yıllarda özellikle Berlin’e) Alman tiyatro yönetmeni ve oyuncu Karl Ebert’i ülkemize davet ederek tiyatro ve operada görevlendirmesi onun sanata bakışının göstergeleri değil midir?
Yine sanata gelirsek; Anton Çehov’dan Bernard Shaw’a, Bertolt Brecht’ten Frederico Garcıa Lorca’ya, Carlo Goldoni’den Darıo Fo’ya, William’a Shakespeare’den Friedrich Schiller’e, Samuel Beckett’ten Moliere’e genelde sanat özelde tiyatro söz konusu olduğunda onların adı unutulmamalıdır. Bunlar ilgi alanınıza girdiği için bilmek zorundasınız. Hele de karanlığın içinde aydınlığı ararken! Hele de kendilerince ince bir taktik uygulayarak sanatı ortadan kaldıranların yoğun olduğu günümüzde.
Gelelim güncel örneklere…
Betona boğulmuş, yeşili bitmiş bir şehirdeyseniz, beklenen ürkütücü depremlerde sığınılacak toplanma alanlarına bile gökdelenler dikilmişse, yandaşlara peşkeş çekilen kupon arazilerde dev kuleler yükselmişse, yüksek binalar ufku kapamış, siluet tümüyle ortadan kalkmışsa, katledilmiş on binlerce ağaç, yuvasız kalan börtü böcek, evsiz kalan insanlar sizi ve Doktor Mimar Kadir Topbaş’ı affetmeyecektir. Tarihteki son başbakan olmak için gecesini gündüzüne katarak cansiperane mücadele eden Binali Bey yerine gelecekmiş. Belediye başkanlığından başbakanlığa geçildiğini duyup görmüştük de, başbakanlıktan belediye başkanlığına geçiş ilk kez olacak!
Suriyeli konuklarımıza gelince! Önce TC kimliği, sonra seçmen kartı, sonra maaş, okul ve iş verilen Suriyelilerle başımız dertte! Konuklarımız 10 bin şirket kurmuşlar! Mahalle aralarında başlayan ve kent merkezlerine yayılan hırsızlıklar, gasplar, giderek cinayetler hatta boşanmalar artıyor.
Geçenlerde yazılıp çizildi hatırlayın lütfen! Ama ayrıntısıyla hatırlayın. Şimdi ben kederli bir bakışla hatırlıyor ve sizlerle paylaşmak istiyorum. Size bunları anlatırken gözyaşlarıma engel olamıyorum!
Efendim! Cumhuriyet Gazetesi çalışanlarından Silivri’de tutuklu Emre İper, kızı Yağmur’un doğum gününde ona bir mektup yazdı. Ve kızına dedi ki; “En mutlu ve gururlu olduğum anlardan bir tanesi sana okulda sorulan “büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna verdiğin cevap “insan olacağım” demiştin ya! Bunu ömrümün sonuna kadar unutmayacağım kızım. Doğum günü kutlu olsun.”
Yağmur’un hepimizin gönül tellerini sızlatan yanıtından sonra İngiltere’deyiz bu kez! 2002 yılında Britanya’nın “En Parlak Çocuğu” yarışmasında 10 yaşındaki Laura Hubbert’ e ekranda soruldu büyüyünce ne olacaksın? Küçük kız; doktor, mühendis, akademisyen, mimar, hukukçu ya da başka bir şey demedi. Hiç düşünmeden; “Meşhur olmak istiyorum” dedi! .
Türkiye’den Yağmur, İngiltere’den Laura. İki soru, iki yanıt, iki çocuk! Bu iki farklı yanıt Sosyolojiden Tarihe ülkelerin mihenk taşına vurulacak iki kare, iki görüntü, iki yanıttır. Anlayana…
Daldan dala atlayarak olsa da gelelim güncel sorunlarımızdan olan TEOG’a.
Aslında sorun eğitimden ne beklendiğidir. Sorun TEOG değildir. Sorun yıkılmak istenen kurumlardır. Özgür insan yerine, irade sahibi insan yerine ipotekli kul iradesini getirmektir. Ulus yerine ümmeti ikame etmektir, yurttaş yerine mümin, düşünen- sorgulayan insan yerine biat eden, sormayan, sorgulamayan kulu getirmektir.
Not 1: Tüm bunların sonunda ne mi olacaktır? Konuşmam uzundu yazım da uzun oldu yanıtı kısa verelim! Olan bu memleketin yarınlarına olacak, olan bu memleketin evlatlarına olacak, olan bu memleketin yıllarına olacaktır. Olay budur ve ne yazık ki çok hazindir…
Not 2: Hesaplı kitaplı adımlarla canımızın bilerek isteyerek çok yakıldığı bugünlerde yüreğimdeki ve yüreğinizdeki yeri çok sağlam ve derin olan bir dost için yazdığım yazıya ılık Nisan yağmurları gibi yorum yağdırdınız. Bu toz duman arasında ilaç gibi geldi desem inanır mısınız? Ağız ve gönül dolusu teşekkürler…