Türkiye’de bir “Kayıtdışı”lık muhabbetidir gidiyor...
Geçenlerde, şu an için istifa etmiş bulunan hükümetin yine istifa etmiş olan Maliye Bakanı, kayıt dışılığın önlenmesi için “ileriye dönük” olarak yeni yeni metodlar uygulanacağını söyledi.
Anlattığına göre bu yeni usulde vergi açısından “riskli” iller belirlenmiş ve denetçiler daha çok oralara yöneltilecekmiş.
En riskli illerin arasında da Hakkari, Siirt, Diyarbakır falan var.
Bu açıklamalara sonra biz şimdi “Vergi denetimine buralarda daha bir ağırlık verileceğini anlıyoruz” dersek; acaba sizler bizi meseleyi tam anlayamamış mı sayarsınız yoksa bu işin mantığında bir gariplik olduğunu mu düşünürsünüz?
Kendinizi bir yoklayın deriz.
*
Acaba Türkiye'miz gerçekten bir kayıt dışılık cenneti mi?
Eğer öyleyse bu işin nedeni ne? Halkımız mı diğer milletlerden daha arsız ve yüzsüz, yoksa yanlış uygulamalar ve siyaset mi işi bu hale getiriyor?
Ne dersiniz?
Ya da konuya şuradan girelim: Şu “kayıtdışı” acaba kendi başına ve ahlaksal bir olgu da, kayıtdışılık denen illetin uygulanan siyasetle hiçbir ilgisi yok mu?
*
Olaya geniş çerçeveden bakarsanız, bu ülkede; İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından ortaya atılan Marshall Planı” ile Avrupa ekonomisinin yeniden yapılandırılması için kurulmuş OEEC/OECD’nin önerileri doğrultusunda bir mali düzen oluşturulmuştur.
General Marshall bilindiği gibi II Dünya Harbinde ABD Genel Kurmay Başkanı, daha sonra da dış işleri bakanıdır.
“Açık pazar ekonomisi içerisinde istikrarlı bir gelişme”yi sağlamayı ve “Dünya ticaretinin gelişmesini hedefleyen” bu kurum, hatta üyelerinden Türkiye ve Yunanistan’ın “kalkınma çabalarını” özellikle destekleyebilmek için 1962 Temmuzunda iki ayrı çalışma grubu ve bu çalışmaları desteklemek üzere konsorsiyumlar da kurmuş.
Bu desteği alan ve “kalkındırılması” özel olarak istenen iki ülkeden Yunanistan’ın durumu ortada olduğuna göre, o günden bu güne General Marshall ile başlayan kalkındırmaların ne işe yaradığını bu gün varılan “sonuç”lara bakarak söyleyebilirsiniz.
Peki Yunanistan’ın halini biliyoruz da bu iş Türkiye’ye ne kadar yaradı diye sorarsanız onu da herkesin kendi takdirine bırakacağım.
*
Bu durumu asıl konumuz açısından ele almak gerekirse, OECD güdümlü ya da uyumlu vergi politikalarına da elbette ki “siyasi bir tercihtir” dememiz gerekir.
Çünkü o yılların yerli siyaseti, General Marshall’ın planı çerçevesinde bazı yardım ve krediler alabilmek için tabii ki onun siyasi geri planını da iyi kötü "okumuş" ve bu günlerde geleceğimiz durumları“göze almıştır”.
Dolayısıyla, geniş çerçeveden bakıldığında bizdeki “kayıtdışı”lık olayının “siyaset içi”liği daha buralardan başlar.
Yani bu günkü kayıtdışı yapının kökeninde o günkü siyasi teslimiyetler vardır.
İşte bu “siyaset içi-kayıt dışı”lık bazı resmi ağızların da dile getirdiği gibi, sonunda ekonominin yarı yarıya kayıt dışılığını, rantların ve büyük servetlerin vergisizliğini, dolaylı vergilerin yüzde 85’lerde gezinmesini, işsizliği, üretimsizliği, dışa bağımlılığı, ikide bir vergi ve servet aflarını, bütçe açıklarını bu gün artık “yapısal” hale getirmiştir.
İyi ya da kötü yanlarıyla bu gün “yapısal” olan yani devlet yapımıza sinmiş olan her şey sonuçta o uygulanan siyasal sistemin günlük yaşantımıza yansıyan fotoğrafıdır.
*
Gelelim daha dar olan çerçeveye…
“Geniş çerçevedeki siyaset”in ekonomide ve mali düzende yarattığı “bu günkü” tablo, şüphesiz dar anlamdaki siyasetten de talep görmüştür.
Dar yani günlük siyaset, biraz da doğası gereği, “bu günkü ekonomik-mali sistem”den beslenmektedir.
Dolayısıyla o dar siyaset, kayıtdışılıktan güç almakta, kayıtdışılığa karşı çıkmaktan çok alttan alta ona gereksinim duymaktadır..
-Bırakalım memleketi hatta dünyayı ayağa kaldıran o büyük ekonomik ve mali yolsuzlukların “siyaseten” üzerine gidilmediğini, bir biçimde örtüldüğünü;
-Bırakalım o en büyük yolsuzlukların ancak siyasi bir destek olmadan kotarılamayacağını,
-Bırakalım, siyasette seçmene hayli garip gelen adaylıkları, birliktelikleri, ortaklık ve kankalıkları bir kenara; bu siyasi yapıda ne kadar paraya hükmediliyorsa o kadar siyasi güç elde edildiği, taraftar toplandığı, bazı güçlüklerin üstesinden kolayca gelindiği açık bir gerçek değil midir?
Çok açık bir gerçektir tabii… Çünkü seçim kampanyalarında kim ne kadar para “dökebilirse” siyaset onu öne çıkartmakta, siyasette kim öne çıkmışsa oluşturulan kurumlaşma ona hizmet etmektedir.
Çünkü “Propaganda”nın etkisi, maalesef bir fikrin, bir ideolojinin, bir yeterliliğin tanıtımından çok kitleleri “bu işlerde” “kimin daha fazla tatmin edebildiği”ne bağlıdır.
Toplumdaki sosyolojik, kültürel yerinde saymalar ve hatta geriye gidiş, insanların işsizliği, geçimlerin bıçak sırtındalığı; piyasa şartlarına odaklanmış medya, yazarlar falan, çok doğru da olsa, bir düşüncenin kitlelere ulaştırılmasında kimin bu işe en fazla para “sarfedebildiğine” göre şekillendirilebilmektedir.
Dolayısıyla “siyasette asıl mesele” gerçek anlamdaki siyasi düşünceden ve idealden çok, bu işe dökülecek paraların nereden ve nasıl bulunacağına kilitlenmiştir.
*
İşte bu nedenle “siyaset” bir yandan, kimden ve nereden geldiğine, kaynağının ne olduğuna pek fazla takılmadan “fonlanmaya”; diğer yandan, kendi kadrolarının nereden ve nasıl “”tedarik” ettiğine önem vermeden bu kaynakların biraz daha geliştirilmesine ağırlık vermeye başlamıştır.
Aslında, siyasi uğraşlara bol para dökecek olanın da, belirli bir yere geldiğinde elindeki imkanlarla siyaseti fonlayacak paranın da çok açık şu iki niteliği vardır:
-Bu para kolay kazanılmış olmalıdır
-Bu paranın öyle pek kayda falan girmemiş olması lazımdır.
Bu işin böyle yürümesi için “gerekli” parasal iş ve işlemlerin “maazallah” birden bire ters bir dönüşle “kayıt içi” olması, açıkça bu koşullarda yürüyen siyasete ayak bağı olmayacak mıdır?
Eğer buna evet diyorsanız, devam edelim:
“Kayıtdışı”lık aslında “siyasetle iç içe”dir.
Dolayısıyla bu tarz siyaset eliyle kendisine kaynak oluşturan “kayıtdışı”lığı düzeltme şansı yoktur.
Hele de “liberal” politikaları esas almışsanız, belirli bir siyasal çizgiye bağlılık hissetmiyorsanız;
Hele de çevreniz bu anlayışla örülmüşse…
*
Haydi bunu bir de tersinden irdeleyip “ne olabileceğini” anlamaya çalışalım:
Örneğin, “Ben kayıt dışılığa da, kaynağı belli olmayan siyasi harcamalara da karşıyım” derseniz, bu yapıda arkanızdakilerin desteğini ne kadar garanti edebilirsiniz?
Örneğin, “şöyle ya da böyle fonlar bulduk, ama artık bize yeni fonlar yaratmasa da hep kayıt içinde kalacak kadrolarla yola çıkacağız” deseniz acaba bu şekliyle yaşanan siyasette haydi biraz ayakta kaldınız diyelim de, acaba ne kadar ilerleyebilirsiniz?
*
O zaman “peki bu kadar olumsuzluk içinde nasıl olacak bu iş” denecektir.
Söyleyelim:
Dar yani günlük siyaset anlayışı ile kayıtdışılığın önlenmesine olanak yoktur.
Çünkü dar siyaseti besleyen ana damarlardan biridir “kayıtdışılık”
Siz bakmayın kürsülerden söylenenlere; “o anlayışta” kimse bindiği dalı kesmek istemez.
Zaten, kestiği zaman da dalda kalamaz.
Kayıtdışılığın önlenmesi, öncelikle “geniş çerçevedeki siyaset”in kendi kendisine “nereye gidiyoruz?” sorusunu sorması ve toplarlanmaya niyetlenmesiyle başlar.
Bu tabii ki “geniş çerçeveli” ve ciddi bir siyasi karardır.
Köşelidir.
Alınacak karar, Türkiye’nin ekonomik, mali, vergisel politikalarının “başkalarının” tercih ve önerilerine, şablonlarına göre değil, ülkenin bu günkü ihtiyaçlarına göre belirlemesini gerektirir.
Bu günlerde Türkiye’nin ihtiyacı, istihdam ve üretim üzerindeki vergi yükünün olabildiği ölçüde kaldırılarak üretim çarklarının harekete geçirilmesi, üretim üzerinden alınan yükün “aynı ölçülerde” “nereden bulunduğunun cevabı olmayan” servetler, spekülatif kazançlar, şehir rantları ve lüks harcama üzerine bindirilmesini gerektirir.
Alınacak geniş çerçeveli bir siyasi karar, elbette ki “dar siyaset” erbabının oyun alanını daraltacak; bu daralma, “dar siyasetin kayıt dışına duyduğu gereksinimi, fon yaratma ihtiyacını haliyle ortadan kaldıracaktır.
Günlük siyasetin “bol para” bulma ve yaratma gereksinimi ortadan kalktığında, “kayıtdışı”lığı besleyen koşullar da kalkar, ardından kayıtdışılığa olan ihtiyaç da…
*
Ülke bir küresel siyasetin rüzgarında savrulurken devletin neredeyse güvenlik açısından “özel bölge” ilan ettiği illerde “biz vergisel risk tesbit ettik, öncelikle oraları denetleyeceğiz” deseniz bunun bir anlamı olabilir mi?
Milli geliriniz yerinde sayar, dış ticaret dengeniz açık verir, yani ekonominiz genelde kaybederken birileri dünyayı şaşırtan ölçülerde kazanıp dolar milyarderleri oluyorsa ortada sağlıklı bir kayıt düzeni olduğunu düşünebilir misiniz?
Yani bu durumlar üretimden, ihracattan değil; içerideki bir takım garip “uygulamalar”dan kaynaklanıyorsa, siz burada mevcut siyaset kurumunun kayıtdışılığın üzerine gidebileceğini, denetleyebileceğini, ona karşı koyacağını kabul edebilir misiniz?
Son olarak da şunları ekleyelim:
Siyasetin kayıt dışılığı ortadayken ekonominin, verginin kayıt içi olması mümkün değildir.
Bizim günlük anlamda kullandığımız “siyaset” geniş çerçeveli ya da “üst siyaset”in güdümünden çıkamıyorsa, yine ekonominin kayıt altına sokulması mümkün değildir.
Aflar çıkar, beyaz sayfalar açılır, reformlar yapılır ama bu koşullarda devran hep böyle döner: