ÖLÜME DAİR...

ÖLÜME DAİR...

Biliyor musunuz, ölüm aslında çok yakındır…

Bir kalp ağrısı kadar, kırmızı ışıkta geçen bir arabanın fren izi kadar, sinsi bir mayının savuruşu, ateş gibi bir namludan çıkan merminin hızı kadar…

Yaşamla arasındaki çizgi çok incedir çook… O kadar ki; bazen hiç anlamadan geçiverir insan o asla bilemediği, asla göremediği ama hep ayağının ucunda taşıdığı incecik çizgiyi…

Bazen de uzun ince bir yol gibidir; insan bilir sonunda sonsuzluğa teslim olacağını ama direnir, çünkü insandır, çünkü hayat her şeye rağmen güzeldir… Üstelik, kaybedeceğini bile bile direnir…

Ve her defasında insan kaybeder…

Biliyor musunuz, ölüm, ölmeden de insandan pek çok şey alıp götürür.. Her sevdiğiniz, her dostunuz, her insan gibi insan öldüğünde sizden de bir parça ölür gider… Garip bir şekilde eksildiğinizi hissedersiniz… Çare yoktur, her ölüp giden sizden bir şeyi de beraberinde götürmektedir…

Gün gelir, bir cami avlusunda, bir meyhane köşesinde, bir deniz kenarında ya da taze bir mezarın başında her şeyin ne kadar anlamsız, ne denli boş olduğunu düşünürken yakalarsınız kendinizi…O an, ne kavga vardır gözünüzde, ne yaşanmış yıllar ne de yaşanacak olanlar…

Öfkeyle karışık bir hüzündür yalnızca varolan…

İçinizde daimi bir sızı

Ama, bilirsiniz ki; ne olursa olsun, ne kadar eksilirseniz eksilin, kaldığınız yerden devam edeceksinizdir…

Yaşamın ve ölümün değişmeyen kuralıdır bu, acımasız ve gerçekçi… Ve her eksilmişlik, içinizde ince bir sızı olarak kalacaktır…

Bir daha geri dönmeyecek olanların daimi sızısıdır bu…

Biliyor musunuz, içimdeki sızılar çoktur benim… Her defasında ne kadar da çok eksildiğimi hissederim… Ve bütün sızılarımı özenle saklarım… Çünkü onlar benim tüm yaşamımın köşe taşlarıdır… Kahkahalarımın, göz yaşlarımın, kavgalarımın, sımsıkı dostluklarımın özel tarihidir…

Her birinin apayrı bir yeri vardır… Zaman zaman biri diğerlerinin arasından sıyrılıp öne çıkar; bir hüzzam şarkının terennümünde, geç kalınmış bir akşamın buz gibi rakı kadehinde ya da hiç dinlenmemiş bir fıkranın kahkahalarında… İşte öyle bir anda o incecik sızıyı tam da yüreğinizde hissedersiniz…

Ebediyen kaybettiğiniz o dostların fısıltılarını duyarsınız…

Biliyor musunuz, toplumlar da insan gibidir… Hoyratça kullandıkları, anlamadıkları, azımsadıkları her değerin ölümüyle biraz daha eksilirler… Ayırdına varmasalar da böyle toplumlar sonunda silikleşir, renksizleşir, tükenir… Ruhunu kaybeder…

Bu toplum çok uzun yıllardır o kadar eksildi, öylesine tükendi ki… Çok sayıda sızı biriktirdi farkında olmasa da… Pırıl pırıl yazarlarını, yönetmenlerini, sanatçılarını, gazetecilerini, bilimadamlarını, siyasetçilerini yitirdi; değerlerini bir türlü anlamasa da…

Ne yazık…

Küçük insanlığın “Kara Kitabı!”

Bu yazıyı yıllar önce sevgili arkadaşım Duygu Asena için yazmıştım…

İçimi yakan, “olur mu, bu kadar erken gidilir mi?” dediğim can dostlarımın, yiğit arkadaşlarımın ardından hep bu yazı geldi aklıma, tekrarladım… Hep erken, hep daha yapacak çok şeyi, bu güzelim ülkeye verecek pırlanta değerinde katkısı olacak arkadaşlarımız, dostlarımız kanatlanıp uçuverdiler…

Şimdi de üç Cumhuriyet, Atatürk sevdalısı yiğit insan, o güzel atlarına bindiler ve gittiler… Ferhan Şensoy, Şahin Mengü ve Doğan Kuban sonsuzluğa karıştılar…

Doğan Hoca, mimarinin tartışılmaz otoritesi, insanlığın yüzakı bir değer olarak veda etti… Ferhan Şensoy, tiyatronun gurusu, erdemli olmanın somutlaşmış hali olarak “Allahaısmarladık” dedi. Değerli dostum, ağabeyim, dimdik bir hukuk abidesi ve siyasetçi olarak gözünü budaktan sakınmayan Şahin Mengü de daha yapacak çok şey varken erkenden gitti…

Ve biz biraz daha yoksullaştık!..

Hoyrat bencilliklerimizle, cehaletimizle, insana tapınanlarımızla, hırsızlarımızla, uğursuzlarımızla, kaypaklarımızla, haysiyetsizlerimizle, yalancılarımızla, kendi yarattığımız karanlığımızla baş başa kaldık…

Ama ne gam! Biliyorum hayat kaldığı yerden devam edecek; ta ki bütün değerler çiğnenene, tüm güzellikler yok edilene, lanetli bir güruha dönüşene, tıpkı Kafka’nın romanındaki gibi son kalan “George Samsa” da  ters dönmüş hamam böceğine dönüşene kadar dek tüm çirkinlikler, rezillikler sürecek…

Eğer kalırsa, gelecek nesiller bugünleri anlatan “Kara Kitabı” tiksinerek, dehşete düşerek, acı duyarak okuyacak… Tıpkı küçük insanlığın “Lut kavminin” yürek yakan zavallı öyküsünü dehşet içinde ama hiç ders çıkarmadan okuduğu gibi… Umarım onlar “büyük insanlığı” inşa edecek ve aynı çukurlara düşmeyecek…

Aslına bakarsanız hâlâ umut var, hâlâ “küçük insanlığa” haykıran, doğru olanı göstermek için çırpınan, bu uğurda canını dahi ortaya koymaktan çekinmeyen soylu sanatçılar, yazarlar, çizerler, bilim insanları var… Onlara birazcık olsun kulak verilse, değerleri bilinse bu cehaletin, hoyratlığın, bencilliğin taşlarıyla örülen karanlık yırtılabilir… Belki ben öyle olmasını istiyorum, diliyorum…

Bakarsınız büyük şairin dizelerindeki gibi “güneşli günlere” uyanıvermişiz!..

Bir daha bu yazıyı tekrarlamamak dileğiyle, üç sevgili dosta, üç büyük insana  “güle güle” diyorum… Nur içinde yatın, o güzel insanlara da selam söyleyin…

-Bu insanlık kavgası tüm gücüyle sürüyor, sürecek demeyi de ihmal etmeyin!..

https://twitter.com/umit_zileli