OSMANLI CUMHURİYETİ
Türk Dil Kurumuna bakarsanız “….Millet (Ulus) çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğunun adıdır….” Bu tanımdan “Osmanlı Milleti” diye bir milletin olmadığı, olsa olsa Osmanlı tebaasını oluşturan halklardan söz edilebileceği, bunlara da hiçbir zaman ulus denilemeyeceği kolayca anlaşılır.
Yavuz Sultan Selim'in halifeliği devraldığı 1517'den itibaren Arap Kavmine “Kavm-i Necip” (Asil Kavim), Araplara da “Nesl-İ Necip” denilmiş bunlar askerlikten ve vergiden muaf tutulmuş, Osmanlı şairi Nef'i “Tanrı, Türk’e irfan çeşmesini yasaklamıştır” diyebilmiş, Divan-ı Hümayun yazarlarından Hafız Ahmet Çelebi de 1499 yılında yazdığı şiirinde daha da ileri giderek “…Sakın Türk’ü insan sanma… Bir an bile olsa Türk’le birlikte olma… Türk eline şeker alsa şeker zehir olur… Türk'ün başını keserken sakın gam yeme… Baban da olsa Türkü öldür..” diye yazabilmişti.
Hırvat kökenli sadrazam Kuyucu Murat Paşa döneminde, 155 bin Türkmen doğranmış ya da diri diri kuyulara gömülmüştür. Osmanlı Tarihçisi Naima yazdığı eserde Türkler için, “Nadan (kaba Türk), etrak-ı bi idrak (anlayış yoksunu Türk)” ve “hilekar Türk“ ifadelerini kullanabilmiştir. İstanbul alındıktan sonra da Osmanlı yönetiminin en yüksek yürütme organları Türklere kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardı.
1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı'nda Osmanlı İmparatorluğunun resmi görüşü olan Osmanlıcılık Türk, Yunan, Arap, Ermeni, Bulgar, Macar, Boşnak, Kürt gibi etnik grupları üst kimlik olarak kabul etmekle yetinmiş, Osmanlı idaresinde Türk halkı, bir “Millet ruhu ve bilinci” ile beslenmemiş ve Arapların imtiyazlı bulunduğu, bir “ümmet” kişiliksizliğinde eriyip gitmiştir. Tanzimat döneminin insanını ise Türklüğünden utanan ve hatta bunu saklayan alafranga davranışlarda görmekteyiz. 1880 yılında Ahmet Vefik Paşa Bursa valisi iken bir ihtiyarın kendisine utana sıkıla “..Ben Türküm efendim” dediğini yazar. Abdülhamit ise her zaman için Araplara son derece yakınlık gösteren ve güven duyan bir tutum sergilemiştir. Nitekim sadaret makamına getirdiği Tunuslu Hayreddin Paşa, Arap olduğu ve bu kültürle yetiştiği için Türkçe bilmezdi. Bu nedenle de resmi yazılar Arapça yazılır veya onun anlaması için Türkçe yazılmış olanlar Arapçaya çevrilirdi.
Falih Rıfkı, ”Batış Yılları” adlı eserinde, ”..Bizim çocukluğumuzda Türk kaba ve yabani demekti. İslam ümmetinden ve Osmanlı idik. İlmihallerde baş dersimiz din ile milliyetin bir olduğunu öğrenmekti..” diye yazmaktadır. Birinci Dünya savaşı sırasında Avrupa’da bulunan Yakup Kadri “..Gün geçmezdi ki bir mağazada, bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay edilme veya ağır bir hareketle karşılaşmamış olayım...Lakabımız “makak'tı (bir çeşit şempanze maymunu türü) gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu…” diye yazmıştır..
“..Ne mutlu Türk’üm diyene..” özdeyişi ile milliyetçilik anlayışını tanımlayan ATATÜRK’e göre ise “…Türk milliyetçiliğinin temel amacı, Türk'ün her alanda yükselmesinin sağlanması olmalı bunun için de Türk milliyetçisi, çağdaşlaşma yolunda hiçbir engel tanımayıp, gelişmiş devletlerin seviyesine ulaşırken kendi özünden ve değerlerinden asla uzaklaşmadan, fakat onlarla birlikte ve uyum içinde hareket edip tüm özellikleri ile insanlığa örnek teşkil etmelidir. Türk milliyetçiliğinin temelinde, örfünden ve adetlerinden hiçbir şey kaybetmemesi ve manevi değerlerini koruması yatar. Atatürk'e göre gerçek millet sevgisi böyle bir milliyetçilik anlayışı gerektirir ve ancak böyle bir anlayışla…” başarıya ulaşılabilir..
Onun içindir ki özellikle bu günlerde kendilerini konunun uzmanı sayarak “..Osmanlı tam bir millet devletiydi..” diyenler, yok olmuş bir hanedanlık adını tarih yapan yüce bir milletin etnik kimliği gibi göstermek yerine artık din eksenli değil de insan odaklı bir devlet tanımına yönelseler ve tabii biraz da tarih okusalar iyi olmaz mı?..
https://www.facebook.com/onder.ozturel