OTORİTENİN SINIR TANIMAZLIĞI…

OTORİTENİN SINIR TANIMAZLIĞI…

Sizin de başınıza gelmiştir, gelmese de duymuş ya da okumuşsunuzdur. Bizim ülkemiz insanı, hele de biraz makam mevki sahibi ise, biraz da mürekkep yaladığını sanıyorsa, az buçuk da paralıysa, duruşunda, sorusunda seslenişinde otoritenin, mesafe tanımamanın, sınır tanımazlığın, küçümsemenin, hizaya getirmenin tüm yollarını bilir ve uygular. Bundan da hem büyük keyif alır hem de bire bin katarak anlatmalara doyamaz…

Sırayla ilerlersek bunun ilk adımı “sen” diye hitap etmektir. Yani siz onun için sadece sensiniz! Kimliğinizin, kişiliğinizin, mesleğinizin, yaşınızın, konumunuzun, bilgi, deneyim, geçmiş ve birikiminizin hiç bir önemi ve değeri yoktur. Siz o anda ve onun için sadece sensiniz! Daha doğrusu haddini bildiren çıkana kadar onun için herkes sendir…

O “al” derse alacak, “kal” derse kalacaksınız!

O büyük otoriter figür, “otur” derse oturacak, konuşmaya gerek görmeden baş işaretiyle yetinirse ayakta bekleyeceksiniz!

Sosyal termometreden nasipsiz olan bu adamlardan asgari incelik, doğal insani duygular, ucundan da olsa protokol kuralları beklemek gereksizdir ve olanaksızdır. Çünkü her zaman sığındıkları doğruları vardır. Amaları, fakatları, sığınacakları mazeretleri hep hazırdır. Otoriter görünmek tek silahları olduğu için ve kendilerini dünyanın merkezinde gördükleri için ve bu arada farklı, üstün, öteki görünmeyi içselleştirdikleri için onlar ayrıdır, ayrıcalıklıdır ve yaptıkları doğaldır…

Yine bu acınası ve hazin duruşun onlar için bir zenginlik olduğunu düşündükleri için, kendilerini dev aynasında gördükleri için, yerine göre polis, bazen savcı, arada sırada hâkim gibi sıfatları kendilerine çok yakıştırdıkları için davranış biçimleri ve yaptıkları doğaldır ve asla tartışılamaz.

Kendilerini bildikleri günden itibaren bu şekil davrandıkları için, hiç değişmedikleri ve değişimi de düşünmedikleri için, ötekileştirmeyi, ayrıştırmayı, görmezden gelmeyi, dudak bükmeyi bir yaşam biçimi saydıkları için yaptıkları her daim doğaldır, doğrudur…

Onlar; cam kulelerinde, sırça köşklerinde yaşayarak, ezmekten, küçümsemekten özel bir haz duyarak, “Bana bak! Ben istediğimi yaparım!” diyerek yaşamayı sürdürsünler bakalım. Bir de hayatın gerçekleri, bugünün yarını, devranın değişmesi vardır…

Yeri mi, sırası mı, uyar mı, uymaz mı bilmem! Ama sayıları hızla artan bu kof dayılanmaları görünce aklıma hep şu gerçek gelir;

1440 yılında Gutenberg matbaayı icat etmiş. Bize gelişi 1727. Yani 287 yıl gecikmeli!
1605 yılında Belçika’da ilk gazete basılmış. Bize gelişi 1840. Yani 235 yıl gecikmeli!
1532 yılında Avrupa’da ilk roman basılmış. Bize gelişi 1895. Yani 363 yıl gecikmeli!
1923 yılında bir büyük lider çıkmış, farkı kapatmaya çalışmak için şahlanmış, her alanda büyük atılımlar yapmış, dev ve devrimci adımlar atmış ve sistemi oturtmuş.

Sonra ne mi olmuş? Sonrası malum ve malumunuz zaten…

Not: Işık hızını yakalayan gündem değişikliğine ve sıkı okurlarımın taleplerine daha fazla dayanamadım. Bir süre haftanın 5 günü yazacağım. Bilginiz olsun istedim…