TAHSİN ÇAVUŞ’un ÖLDÜĞÜ GÜN
Eskilerin Kanlı Su dedikleri Ilgaz Çayı, adını aldığı yüce dağın zirvesi Hacettepe’nin eteğinden gün yüzüne çıkar. Karadeniz’de sonlanacak çağıltılı yolculuk boyunca iki yakadan vadiye inen derelerle beslenir. Obruk deresiyle buluştuktan sonra sırasıyla Kızıller ve Sibo derelerini yoldaş edinir. Haraçoğlu türbesine çağıltılı bir selamın ardından İhsangazi’ye ulaşır. Enbiya, Akkaya, Alınören köylerinin sıralandığı, sırtları çam ormanlarıyla kaplı yemyeşil vadi boyunca telaşla akarken, iki yakasındaki bahçeleri, bostanları da ihmal etmez. Serin sularıyla, has yüzüne hasret kalmış toprağı şenlendirir, üç ocaklı değirmenlerin çarkını döndürür, etrafa bet bereket saçar.
Başköy’ün hizasında Belkavak suyuyla, daha aşağıda Yurttepe çayıyla buluşunca kendine güveni artar. Sanki biraz kasılmaya başlar. Yazıköyün altından geçip, Kastamonu – Karabük yolu üzerinde bulunan Araç ilçesine ulaşır. Ilgaz Çayı, bağa, bostana verdiklerinin dışında Araç’a bir büyük dostluk daha yapar. Arada bir azdığında tarlayı tapanı dümdüz edivermesinin, malı davarı önüne katıp Karadeniz’e kadar sürüvermesinin kendince helalleşmesi olsa gerek. 1930’ larda yurt dışından getirilip kenarına kurulan elektrik tribününün çarkını döndürür. Zayıf, sarı ışıklarıyla ilçeyi akşamdan sabaha elinden geldiğince aydınlatır. Komşu ilçelerde elektriğin olmadığı o dönemin yaşlı tanıkları, masalsı bir dünyanın en değerli anıları olarak bu kayırmayı hala anlatır dururlar.
İlçe ile İl arasındaki ulaşımın yılan kıvrımlı tozlu şoseden ibaret olduğu, traktörün adının bile duyulmadığı o yıllarda köylerin kazayla bağlantısı atlar, katırlar, eşeklerle sağlanırdı. Cuma günleri kurulan pazara inen köylülerin binek ve yük hayvanlarının bağlandığı hanların önünden geçerken artan gübre kokusu etrafı kaplardı. Pazar kalabalığının uğultusuna karışan eşek anırmaları, at kişnemeleriyle ortaya çıkan tuhaf senfoni herkes tarafından olağan karşılanırdı.
Ilgaz Çayı, Araç’la alışverişinden sonra sularını hak geçmeden taksim ederek İğdir’ i, Safranbolu’yu aşıp Karabük’ e ulaştığında iş değişir. Doğanın hükmüne uyup, Boyalı tarafından gelen Soğanlı Çay ile baş göz olurlar. Karabük’ten sonraki yolculuğu Filyos olarak tamamlayacak Ilgaz Çayı ile Soğanlı arasında ezelden ebede sürecek muhabbeti akarına bırakıp biz dönelim Araç Pazarına.
***
Kapalı köy ekonomisinde pazara maldan, davardan, tiftikten yapağıdan, yağdan, yoğurttan, beş on kile buğdaydan gayrısı inmez. Pazarı pazarlayıp köye dönerken de gazyağından, tuzdan, basmadan, kaput bezinden, koşum hayvanları için nal mıhtan, az biraz şekerden, kara lastikten gayrısı alınmaz. Vadinin iki yakasındaki ormanların içinde kaybolmuş köylerin dünya ile tek bağlantısı Cumaları kurulan Araç Pazarıdır. Gurbete gidenin bineceği, sılaya dönenin ineceği yer orasıdır.
Pazar erken kurulur. İkindiye varmadan dağılır. Evli evine, köylü köyüne misali hava kararıp yolda belde kalmadan yurda yuvaya ulaşma telaşı başlar. Yakın köylerden gelenler on onbeş kilometre sonra evine ulaşır. Yukarı Avşar’dan, Ilgaz eteklerinden, Boyalı’dan gelenlerin işi zordur. Pazar yüküyle yokuş yukarı, geri dönüş, inişten çok daha yorucudur. Onun için Pazar harcını erken görüp cuma namazından sonra yola revan olurlar.
Palazlar, Kemerler, Kayapınar gibi Boyalı köylerinden, Aktaş, Bektüre taraflarından, Yukarı Avşar’dan Araç Pazarına inecekler Perşembeden yola çıkarlar. Atlarıyla, katırlarıyla, sığır pazarına çekecekleri mallarıyla ilçeye yakın köylerdeki tuz ekmek dostlarına konuk olurlar. Çalacak kapısı olmayan konuklarsa köy odasına yönelir. Köy odasına inen konuklar da haneye gelmişçesine kabul görür. Onlar tekmil köyün misafiridir. Perşembe akşamları tüten bacasıyla, cama vuran sarı ışığıyla sanki konuğuma aş ekmek getirin demek ister köy odası. Misafiri de malını davarını da o gece aç yatırmazlar. Köylerine gelen yabancının aç kalmasının, doyurulmadan köyden ayrılmasının her haneye düşecek utancını taşımak istemezler.
Yükleri indirilen, malları evlerin altındaki ahıra çekilen konukların önüne düşülüp yukarı buyur edilir. Dağlı konukları güler yüzle karşılayan hane sahipleri, Kaşgarlı Mahmud’ un Divan-ı Lügat-it Türk’ünü okumasalar da misafir gelen eve kut geleceğini bilirler. O akşam aştan ekmekten yavan yaşık ne varsa aziz konuklarla paylaşılır. Gösterilen itibarın, yapılan izzet ikramın karşılığında konukların canı gönülden ;“Ölenlerin canına değsin.” duasından başka bir şey beklenmez.
Sofradan kalkıp sedire yanlanınca sohbet iyiden iyiye koyulaşır. Dereden bükten, hızardan pazardan, maldan davardan uç açılıp bir kez başlayınca lafın sonu gelmek bilmez. Birbirine ulandıkça dinleyene de anlatana da keyif veren sohbet yatsı ezanına kadar sürer gider. Şehirli birden buçuktan, köylü danadan biçikten derler. Yatsı damına bakılmadan yatılmaz. Mal canın yongası diye boşuna dememişler. Köylü milleti sığırını, davarını son bir kez görmeden döşeğe girmez. Yularını koparan, yanındakiyle vuruşan, saman çitini deviren, urgana dolanıp murdar giden olur endişesiyle yatmadan önce ahır son kez kolaçan edilir. Koşu hayvanlarının önüne az biraz yiyinti verildikten sonra sabahleyin tekrar açmak üzere damın kapısı kapanır.
Çocuklar için konuklu Perşembeler küçük bayram sayılır. O gün fakir sofralarında bile her günkünden daha farklı şeyler bulunur. Çocuklar misafir su istediğinde sunmak için maşrapa kavgası, abdesthane dönüşü tutmak için peşkir kavgası yaparlar. Her söyleneni kaydeden çocuk belleğinde, yıllar geçtikçe konukların askerlik, gurbet, kıtlık, sel basması, yel alması hikayeleri, Binbir Gece Masalları misali biriktikçe birikir.
***
Dağlı konuklar için yedikleri ekmeğin, içtikleri kahvenin hatırı kırk yılla sınırlı değildir. Dostluklar yeni kuşaklarla devam eder. Tuz ekmek dostluğu gönüllü hısımlığa dönüşür. Yukarı Yazı Köyünden Tahsin Çavuş’un hanesi de Bektüre’den, Aktaş’tan, Belkavak’tan inen Pazar konuklarının teklifsizce çaldıkları kapılardandı. Bektüre’nin Kıncıoğlu Mahallesinden Mehmet Kıncı, Çavuş’un asker arkadaşıydı. Laf lafı açıp sohbet demini aldığında, anasının çok eskiden, derin karda yol düşürdüğü bu hanede aylarca konuk edildiğini söylerken sesi titrer, gözleri buğulanırdı.
Her Perşembe anlatılan muvazzaflık, ihtiyatlık dönemi askerlik anıları aynı bölükte, aynı mangada askerlik yapmışçasına Çavuşun çocuklarının ezberindeydi. İkinci Dünya Harbinin cevcevli günlerinde Trakya’da konuşlu birliğin yüzbaşısı, üsteğmeni, çavuşları, koğuş arkadaşları, çocukların da yabancısı sayılmazdı. Onlar, yüzbaşının komutunun, üsteğmenin içtimasının, çavuşların kalk borusunun küçük tanıklarıydı. Mehmet Kıncı hane sahibine Çavuşum diye hitap eder, terhisten bunca yıl sonra bile askerlik hukukunu gözetirdi.
Düğünlerde damat köyünden gelin almaya giden gençlere seymen, önderlerine de seymen başı denir. Söz ondan biter. Seymenler onun bir işaretiyle öte dağı beri aktarır, bir işaretiyle kuzuya dönerler. Çavuşun çocuklarının dayı dedikleri Mehmet Kıncı da konukların seymen başı sayılırdı. O konuşur, diğerleri, dinler, baş sallamasıyla sessizce onaylarlardı. Kıncı dayı, şaşkınlık, sevinç, kızgınlık anlarında; “Hay ocağı yanasıca!“ diyerek elini dizine vururdu. Diğer konuklar da fırsat düştüğünde söze girer, kurdun kaptığı kuzudan, yardan uçan danadan, ormanda buzağıladığı yavrusunun başında geceleyen inekten bahsederlerdi.
Araç’a yakın köylerde ekinler erken ağarır. Boyalı tarafında, dağ köylerinde yemyeşilken aşağılarda biçime başlanır. Yedikleri ekmeği, içtikleri suyu asla unutmayan dağlılar, Çavuşun ekinleri ağardığında tırpanlarıyla kapıya dayanırlar, ekinin ayağını almadan köylerine dönmezlerdi. Kaba çam dalıyla gürler denir. Adamın arkası varsa iş güçle güle oynaya cenk eder. Çocukların daha ergenleşmediği dönemlerde işten iyice bunalan Çavuşun yayla evinin onarımından tutun da tomruk çekimine kadar her hacetine Hızır gibi yetişirlerdi. Dağlılar imeceye koştuğunda Çavuş kuş gibi hafifler, öte dağı beri aktarası gelirdi.
Kızlar kısmetleri çıkıp yuvadan uçtuktan, oğlanlar yetişip gurbete göçtükten sonra da Çavuş’un ocağı yanmaya, baca tütmeye devam etti. Köroğlu Ayvaz misali Tahsin Çavuşla Döndü Kadın, elden ayaktan iyice düşünceye kadar tarla tapanı, malı melalı boşlamayalım diye imleştiler. Ahırda, ağılda yeni doğan buzağıları kuzuları torunlarına adayıp, onların adlarıyla seslendiler. Gurbettekilerin yerine koyup, uzaktakiler özlemini onlarla gidermeye çalıştılar.
Dağlılar da haneyi boşlamadılar. Zamanı gelip terki dünya edenlerin yerini geriden gelenler aldı. Perşembe akşamları şenlenen hanede Tanrı misafirleri yine eskisi gibi ağırlandı. Ocakta pişene sofrada birlikte kaşık çalındı. Öte dünyaya gidenler yad edildi, yenilerle hasbihal edildi. Döndü Kadın sabahları misafirlerini de mallarını da pazara bir kez olsun kuru ağız göndermedi. Sabah çiğinde yola çıkan konuklar; “ Yine buyurun. Hanemizi boşlamayın” diye uğurlandılar.
Korkut Ata; “Gelimli gidimli dünya, iki ucu ölümlü dünya” der. Çavuş’un yiyecek ekmeği, içecek suyu tükenmiş olmalı ki 1988 Haziranında Döndü kadını bir başına bırakıp, terki dünya etti. Civar köylerdeki hısım akrabadan, tanışlardan Çavuşun salasını duyan, salına yapışıp namazını kılmak, musallada helalleşmek için koşup geldiler. Kadimden beri adettir. Cenaze defnedilmeden işin kulpundan tutulmaz. Bütün köy Çavuşun hanesine dolup, işin bir ucundan tuttu. Kara haberi alır almaz derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi köye ulaşan oğul uşak, kız kızan, Çavuşu yerine yerleştirip, yedisini yapmadan dönmediler.
Gelin olacağı gün bile elinin kınasıyla hakçılar gelinceye kadar yolma yolan Döndü Kadın işe pişkindi. Tarla tapan, hasat harman onun için oyun sayılırdı.Her çizisinde, her evleğinde Çavuşla bir ömür süren yoldaşlığın izi bulunan tarlalara artık tek başına gidiyordu. Dönüm başlarında, çizi çekerken zorlansa da sürebildiği kadar sürdü, ekebildiği kadar ekti. Elden ayaktan düşünceye kadar ambarın dibi görünmesin, samanlığın orta direği geçilmesin istedi. Vade tamamlanıp Çavuşun yanına uzanıncaya dek ocak yansın, baca tütsün yeter diye düşündü.
Gündüzleri sığır sıpa peşinde, bağda bostanda vakit geçse de Çavuşsuz geceler bir türlü sabah olmak bilmiyordu. Rüzgarın salladığı avlu kapısının, esneyen merdivenlerin gıcırtısını, kiremitlere düşen yağmur tıkırtılarını hep Çavuşun ayak seslerine benzetiyordu. Kapıdan giriverecek, ocak başına yaslanıverecek gibi hayallerle sabah olmak bilmeyen uykusuz geceler çoğalmaya başladı.
***
Aylar geçmiş olsa da yukarıdaki dostlardan Çavuşun ölümünü henüz duymayanlar vardı. Bektüre’den Celal Sarıoğlu, aylardır Araç Pazarına yol düşürmediği için Çavuşun ölümünü duymayanlardandı. Bu Cuma da pazara inmezse öküzlerin nal mıhı düşecek, toynakları, tırnakları temelli zedelenecekti. Perşembe akşamı Çavuşta konaklarım düşüncesiyle beygiri semerleyip yola düzüldü. Gün batımına yakın Yazıköy’e indiğinde kapıyı kapalı buldu.
Köylerde kapı kilitleme adeti yoktur. Evden çıkılarken şöyle bir çekiliverir. Perşembe konukları yukarılardan indiklerinde hanede kimse olmasa da teklifsiz girerler, ocakta çatılı odunları tutuşlayıp lambayı yakarlardı. Kendilerinden sonra gelen ev sahipleriyle şakalaşırlar, hane sahibiymişçesine hoş beş edip gülüşürlerdi. Celal Ağa nedense o gün içeri girmedi. Kuruluğa arka verip biraz dinleneyim, gelen geçenle yarenlik edeyim diye düşündü.
Ertesi gün pazardan alınacakların, verileceklerin, Aşçı Sağır’ın dükkanında buluşulacak tanışların hayaline dalmışken, komşu kadının sesiyle kendine geldi;
-Hoş geldin Celal Ağa!
-Hoş gördük Hanım abla. Çavuş dayım, Döndü ablam dışarıda her hal. Onlar gelinceye kadar Şöyle bir soluklanayım dedim.
-Duymadın demek Celal Ağa. Tahsin Çavuş sizlere ömür!
Celal Ağa, hiç beklemediği cevap karşısında bir hoş oldu. Dili dişi kitlenmiş gibi bir müddet yutkunup durdu, konuşamadı.
-Celal Ağa, sen epeydir buralara yol düşürmedin. Tahsin Çavuş öte dünyaya göçeli iki ay oldu. Döndü Kadın da nedeyse gelir. Ebe kayasından yana sığıra gittiydi.
Celal Ağa, Hanım kadının söylediklerinin hiç birini duymuyordu. Çavuşun gidişiyle, yarım asırdır çalmadan girdikleri bir kapının ebediyen yüzlerine kapanışının yasını tutuyordu. İki yanağından sessizce süzülenden fazlası içine akan gözyaşları, yenecek ekmeğin, içilecek kahvenin kesilişinin ağıtıydı.
Atalar töresidir. Ersiz evde kalınmaz. Biraz kendine gelince, bir başka tanıdığa, Rıza Emmiye gideyim diye ayaklandı. Beygirin yularını çözerken Hanım kadına seslendi:
-Hanım abla! Ben Rıza Emmiye gidiyorum. Döndü Ablamın başı sağ olsun. Çavuş dayımın mekanı cennet olsun. Nur gölünde yatsın!
Celal Ağa, hanenin kapısından ayrılmamak için ayak direyen yorgun beygiri yedeklemekte hayli zorlandı. Ferasetli hayvan, geldikleri hanede ahıra bağlanıp arpa torbasından yem kestirmeye alışıktı. Akşam gelip sabah ayrıldıkları haneyi vakitsiz terk edişe bir anlam veremiyor, gitmemek için ayak diriyordu. Epey cedelleştikten sonra Celal Ağanın inadı baskın çıktı. Yorgun hayvan en sonunda pes ederek sahibinin ardından gönülsüzce yürümeye başladı.
Döndü kadın, köyün üst başından girdiğinde gün batımına az kalmıştı. Sökül İnek, her zamanki gibi yaylımdan dönerken sığırların önündeydi. Emeceği sütün özlemiyle sabırsızlanan buzağıların içeriden, analarının dışarıdan meleyişleri, mallarla gezekten dönen çoban köpekleriyle kapıyı bekleyenlerin karşılıklı havlamaları, sürü sahiplerinin “Oha, deha !” nidaları birbirine karışıyordu.
Buzağılı inekleri iç avluya alıp sırayla sağmaya başladı. Sabahtan akşama yayılıp, kekikten kır yoncasına, korungadan eşek turpuna keyfince otlayan ineklerin gerilen memelerinden neredeyse kendiliğinden akıverecek sütün sağımı uzun sürmezdi. İkişer memenin sütü alındıktan sonra diğer ikisi buzağıların hakkıydı. Sökül ineğin sağımı bitip, Bahar İneğe geçecekken Hanım Kadın seslenişini duydu:
-Uy, Döndü Kadın. Avluda mısın?
-Buyur Hanım Kadın? Bir şey mi diyecektin?
-Az önce Ekincik’ten Celal Ağa geldiydi. Tahsin Çavuş’un vefatını duymamış.Ben deyiverdim. Adamcağız ağlaya ağlaya Rıza Emmilere gitti. Yarın Araç Pazarına inecekmiş.
Döndü Kadın lafın gerisini dinlemedi. Daha bir şeyler anlatmaya çalışan Hanım Kadını orada bırakıp içeriye yöneldi. Pindeki buzağıların hepsini salıverdi. Sağım sırasını bekleyen inekler, o gece dört memeden nasiplenecek yavrularıyla erken buluşmanın şenliğini yaşarken yukarı çıkıp çabucak ocağı yaktı. Sacayağın üstüne tencereyi yerleştirip tarhanayı ezmeye başladı.
Evde olandan birkaç kap yemek düzüp siniye koyarken tarhana da pişmişti. Buzağıları dönüşte analarından ayırıp pine koyarım diye düşündü. Rıza Emmilerin Ala Köpek ısıracakmış gibi havra yaptıysa da aldırmadı. Yuntucu köpek havlar, diş gösterir ama ısırmaya cesaret edemezdi. Sürgülü kapıyı açıp yukarı çıkarken evdekiler de merdiven başına çıkmışlardı. Odanın ocak başına, başköşeye buyur edilmiş Celal Ağa, Döndü Kadını görünce garipsedi. Ocakta yanan çıralı odunların yüzüne vuran gölgeli kızıllığı olduğundan daha üzgün gösteriyordu. Her ikisinin de boğazı düğümlendi. Bir müddet konuşmadılar. Sessizliği Döndü Kadın bozdu:
-Celal Ağa hoş geldin, sefa geldin. Hanım Kadın söyledi. Ben de Tahsin Çavuş’un canı için bir şeyler getirdim. Rıza Emmi ile yemeklerimiz keşik olsun. Mübarek akşam bizim lokmamızdan da ye!
-Ben sizin lokmanızı yıllardır yerim Döndü Abla.Çavuş Dayım çekip gidivermiş! Duymadım vallahi. Mekanı cennet olsun!
-Öyle oldu Celal Ağa. Tahsin Çavuş beni bırakıp gidiverdi. Ne yapalım. Ölüm bizim için!
-Bu akşam Çavuş dayımda kalırım dediydim. Duyunca buraya döndüm. Kısmet burasıymış.
-Celal Ağa! Çavuş gittiyse ben varım. Hanemiz sana her zaman açıktır!
Celal Ağa, yukarılardan, yayladan, ormandan, tanışlardan, oğul uşaktan epeyce anlattı. Rıza Emmi, karısı Rabia Kadın, dereden bükten, ırımdan, kırımdan lafı lafa uladılar. Yatsı gelmeden Döndü Kadın izin istedi. Celal Ağa’ya artık gelmeyeceğini bilse de yol düşürmesini söyledi.
***
Eve gelince, önce buzağıları ayırdı. Hayvanları yerlerine bağlayıp kapıyı sürenledi. Yukarıya yönelirken günün yorgunluğu omuzlarına iyiden iyiye çökmüştü. Kısa günde kırk kez inip çıktığı merdiven o akşam daha dik, daha yüksek göründü. Sırtında kilelik buğday çuvalıyla çifter atladığı basamaklar Ilgaz dağı gibi her basamakta daha büyüyordu. Çardağa ulaşınca direğe arka verip biraz soluklandıktan sonra içeri girdi.
Ev, ilk defa bu kadar ıssız, bu kadar eski, bu kadar ürkütücü geldi. Bulaşığı, yalaşığı sabaha bırakmadan yuyup arıtan Döndü Kadın, siniyi ocak başına bırakıp sedire uzanıverdi. Bu haneye gelin olarak geldiği ilk günü düşündü. Peş peşe gelen kızların, oğlanların beşiğini bu odada sallamış, kızları bu evden telli duvaklı çıkarmış, oğulları burada gerdeğe girmişti. Çavuşla sırt sırta verip, biri iki, ikiyi üç edelim, çifti çubuğu boşlamayalım, ocak yansın, baca tütsün derken koca bir ömür yel gibi geçip gidivermişti.
Demek bundan sonra dağlısı taşlısı hanenin kapısına dayanmayacak, Perşembe akşamları Çavuşların evi şenlenmeyecekti. Ocakta pişene, ambardan çıkana ölmüşlerin canı için deyip kaşık çalınmayacaktı. Tuz ekmek dostları, Tanrı misafirleri, ersiz ev deyip eşikten içeri adım atmayacaklardı. Önünden geçip, başka tanışlara giderken burun direkleri sızlasa da Çavuş dayılarının hanesinden yana bakmayacaklardı.
Kimi zaman, salının arkasından yas ederek uğurladığı Çavuşun, pazardan, hızardan dönmüşçesine kapıdan geçip, ocak başına yanlanıvereceği gibi tuhaf hayallere dalan Döndü Kadın, katı gerçekle o gece yüzleşti. Gidenin gelmediği, göçenin dönmediği son konak yerine varan Çavuş bir daha geri gelmeyecekti. Yiyecek ekmeği, içecek suyu tükenip, yukarıdan gel gel edildiğinde kendisi oraya gidecekti. O, artık oğul uşaktan, hısım akrabadan gayrısının kapısını çalmayacağı bir hanenin gün sayan bekçisiydi.
Derin bir ah çektikten sonra Koca Çavuş duyacakmış gibi kapıdan yana seslendi:
-Tahsin Çavuş, sen bu gün öldün. Bana sanki şaka gibi geldiydi. Kapımıza kadar gelmiş Celal Ağa hanemize girmedi ya. Essahtan öldüğünü bu gün anladım senin!