İyi akşamlar sevgili izleyiciler; bu akşam sizlerle dikkatimi çeken birkaç konu hakkına sohbet etmek istiyorum.
Yarından sonra yani cumartesi günü Gezi olaylarının yıldönümü geliyor. Aslında olayları ateşleyen ilk eylemler 28 Mayıs’ta olmuştu. Gezi parkı içindeki ağaçları kesmek isteyenlere karşı ilk direniş o gün yaşanmıştı. Ertesi sabah da kimine göre polis kimine göre Beyoğlu Belediyesi Zabıta amirliği Gezi Parkı’nı basıp çadırları yakmıştı.
Ardından da hükümetin de asla hesaplayamadığı müthiş bir direniş başlamıştı.
Gezi hala korkutuyor
Gezi Parkı direnişi iktidarı çok korkuttu. Bu korku hala da sürüyor.
Gerçi Gezi eylemine benzer çapta büyük kitle gösterileri daha önce de olmuştu. Örneğin AKP iktidarı tarafından da yıllarca yasaklanan 1 Mayıs’larda da büyük kitleler sokağa dökülmüştü.
Ancak bunların hiç biri iktidarı böylesine korkutmamıştı. Peki, neydi Gezi Parkı direnişinin özelliği ve iktidar neden bu kadar büyük bir korkuya kapıldı.
Gezi direnişine kadar toplumun çeşitli kesimlerinden iktidara yönelik eleştiriler, protestolar, gösteriler elbette oluyordu. Ama hepsinin ortak özelliği arkasında bir parti, dernek, sendika ya da bir sivil toplum kuruluşunun olmasıydı.
İktidar her gösteriye bir bahane bularak bunu savuşturmayı başarıyordu. İşte kimine “sendikalar provoke edildi” diyordu, bir başkasına “marjinal grupların eseri” diyordu ötekine bir şekilde taviz veriyordu ve sonuçta iktidarın huzurunu bozan karizmasını çizen eylem de pek olmuyordu.
Gezi’nin farkı neydi?
Gezi’nin farkı ise, Türkiye’de ilk kez hiçbir önderi olmadan, belli bir görüş, fikir ya da ideolojinin arkasına sığınmadan, Türkiye’de en çekingen, her şeyden uzak, ürkek olarak bilinen kalabalıkların ortaya çıkmasıdır.
Bir model ajansında çalışan genç güzel mini etekli kız da meydana koştu, bir bankada sıra memurluğu yapan ve hergün kravat takmak zorunda olan küçük memur da, yanında 50-100 kişi çalıştıran patron da, işsiz güçsüz avare de, evindeki bebeğini kapan ev kadını da, baston yardımıyla ancak yürüyen emekli de Taksim’e geldi.
Sıradan vatandaş sonunda “yetti bee” dedi
İçki içmesine karışan, bebeğini nasıl doğuracağını tarif eden, kimin kiminle aynı evde oturacağına karar veren, hangi kıyafetlerin ahlaklı olduğunu hangilerinin tahrik ettiğini söyleyen, hangi diziyi izleyeceğine karar veren bir iktidara karşı, sıradan insanlar, politik tartışmalar yerine dizi, yarışma izlemeyi tercih eden, bir kısmı oy kullanmaya bile tenezzül etmeyen, kimi camiden çıkmayan, kimi dua bile etmeyen milyonlarca insan “eee yetti be” diyerek kendini sokaklara attı.
İşte korkutucu olan budur. Ülkenin sıradan insanları, etliye sütlüye karışmaz denilen insanları, hiçbir engel tanımadan, sıkılan yoğun gaza, fışkırtılan tazyikli suya, atılan plastik mermilere falan hiç aldırmadan koştu Taksim Meydanı’na.
Kimse engel tanımadı
Metro durduruldu, metrobüs ve otobüs seferleri iptal edildi, karşı sahilden gelen vapurlara, motorlara bile izin verilmedi ama yüz binlerce kişi Boğaz Köprüsü’nü yürüyerek geçti, kilometrelerle yol yürümeyi göze aldı, kimseden yardım almadan, cebinde belki beş lirası bile olmadan Taksim’deki yerini aldı.
Sadece AKP iktidarı değil, dünyanın her ülkesinde bu nitelikteki insanların sokağa dökülmesi iktidarları korkutur. Demokratik hukuk devletlerinde halkın bu tepkisini gören iktidarlar kalabalıkları şiddet ve vahşetle bastırmak yerine hemen başka önlemler alır, talepleri dinler bunlar doğrultusunda hemen işe koyulurlar.
Başbakan sertleştirdi
Ancak bizde böyle olmadı. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidarın önde gelenleri doğal bir paniğe kapılarak göstericilerin dertlerinin dinlenmesi gerektiğini söylerken, sadece Başbakan “Bu beni devirmek için yapılan uluslar arası bir komplodur, buna asla boyun eğmem” diyerek sertleştikçe sertleşti.
Başbakan’ın düşündüğü şuydu; “bana ne yapabilirler. Cumhurbaşkanı görevden alamaz, yargı harekete geçse dokunulmazlığım var bana dokunamaz, asker desen darbe yapamaz. O halde niye paniğe kapılayım. En iyi savunma saldırıdır.”
Halkı silah gibi kullanmak istedi
Evet Başbakan aynen böyle düşündü ve kendisine oy veren kitleyi “bir silah gibi” kullanmaya kalktı. “Evinde oturan yüzde 50’yi zor tutuyorum” diyerek gözdağı vermek istedi. Bununla yetinmedi kitlesinin de sokağa dökülmesini, bunun sonucunda kan akmasını bile göze alarak “camide içki, içtiler, türbanlı kadına saldırdılar, bebeğini sürüklediler, kadının üzerine işediler” yalanlarını defalarca anlattı.
Neyse ki AKP’ye oy veren kitle her şeye rağmen sağduyulu çıktı da, bunları bahane edip insan avına çıkmaya vardırmadı işi.
Başbakan kendi kitlesini sokağa dökemeyince polis şiddet ve vahşetini artırdı, maaşlı teröristleri devreye soktu, milyonlarca sıradan insanın Taksim direnişini marjinal grupların eylem alanı gibi gösterme planını uygulamaya başladı.
Taksim ve çevresi Başbakan’ın namusu gibi kabul edilerek çok sıkı bir korunmaya alındı. Ne politik, ne sanatsal, ne mesleksel hiçbir toplanmaya izin verilmedi. Biraz zorlanması halinde şiddet ve vahşet anında devreye sokuldu.
25 bin polis 50 Toma
Şimdi bu önemli direnişin yıldönümüne geldik. Taksim’in namusunu korumaya çalışan iktidar ve emrindeki İstanbul valisi 25 bin polisin, 50 Toma’nın ve 5 helikopterin görev yapacağını, bırakın Taksim’e çıkmayı, Taksim çevresine gelmeyi bile yasakladığını ilan etti.
Vali açıkça “Taksim’e veya çevresine gelen, toplanan suyu da, gazı da dayağı yer” açıklaması yaptı. Gerekçe de “devletin ne kadar güçlü olduğunu göstermek. Devlet öyle güçlü ki, kendince yasadışı ilan ettiği, suç kabul ettiği hiçbir şeye izin vermez.
Bakalım Cumartesi günü neler yaşayacağız. Hep birlikte göreceğiz.
Ya Güneydoğu?
Ancak sevgili izleyiciler, Başbakan’ın namusu için Taksim’i on binlerce polisle korumaya alan devletimiz acaba Güneydoğu’da ne yapıyor?
Bakın, açılım maçılım derken Güneydoğu’dan çok garip haberler gelmeye başladı. Örneğin bölgedeki pek çok karayolu PKK militanları tarafından kesilmiş durumda. Yol kesip arama ve kimlik kontrolü yapıyorlar. Araçların kontak anahtarlarını topluyorlar. Hatta öle ki bazı yollara enine hendek kazarak geçişi tamamen engelliyorlar.
Bu yetmiyor, resmi rakamlara göre şu ana kadar 2 bin 350 çocuğun PKK tarafından dağa kaçırıldığı ortaya çıktı. Onlarca aile günlerdir Diyarbakır’da kurdukları çadırlarda PKK’dan çocuklarını geri getirmesini istiyor.
Ricacı Başbakan oldu
Pekiiii, Taksim Fatihi, bütün dünyaya ayar veren, herkese kafa tutan, Türkiye’yi nihayet bağımsız hale getiren o çok güçlü başbakanımız ne yapıyor?
Hiç. O şimdi “ricacı başbakan” pozunda. PKK’nın uzantısı olarak gördüğü BDP’ye ve HDP’ye meydanlardan seslenip “rica ediyor.”
Diyor ki “yol kontrollerini bırakın, dağdaki çocukları getirin. O çocukların nerede olduğunu biliyorsunuz, onları ailelerine teslim edin.”
Ricacı başbakan sonra da “getirmezseniz B ve C planlarımızı devreye sokarız haaa” diyerek de güya terör örgütünü korkutuyor. İşte herhalde B-C planları doğrultusunda bugün bölgeye vurucu timler gönderilmiş. İşe yarayacak mı? Şöyle yarar, belki pazarlık yaparlar “aman durumumuzu sarsmayın, ne istiyorsanız halledelim” derler.
Haydi çocukları kurtarın
İstanbul’a on binlerce polis yığıp, kalabalıkları şiddet ve vahşetle engelleyebilirsiniz, ama bir terör örgütünün dağa kaçırdığı çocukları kurtarmaktan, (biz yaptık) diye övündüğünüz yolların PKK’lı militanlar tarafından kesilmesini engellemekten acizsiniz.
Sevgili izleyiciler, bugüne kadar hiçbir hükümet teröre bu kadar taviz vermemiş, vatandaşının başta can güvenliği olmak üzere ihtiyaçlarını karşılamaktan yoksun kalmamıştı.
Haydi, diyorum ki Halep oradaysa arşın burada. İstanbul Taksim alanında gösterdiğiniz kararlılığı ve gösterdiğiniz devlet gücünü PKK’nın yol kesmelerine ve çocuk kaçırmalarına karşı da gösterin. BDP’ye yalvarıp yakarmak yerine o çocukların nerede olduğunu saptayın ve gidin alın gelin.
“Aaa bizi de dinlemişler”
Sevgili izleyiciler, iki gündür yandaş medyada yoğun biçimde dinlemeler dile getiriliyor. Paralel yapı gazeteciden işadamına, sanatçıdan siyasetçiye, sendikacıdan bilim adamına kadar herkesi herkesi dinlemiş.
Şimdi bu iktidarın yandaş yalakaları ağlak ifadelerle köşelerinde yazıyor ve tv ekranlarında konuşuyorlar; “bu nasıl hukuk devletiymiş, biz nasıl olur da örgüt elemanı olarak gösterilip dinlenebilirmişiz, bunun hesabı sorulmalıymış, dava açacaklarmış” falan filan.
İyi de zamanında sizin muhalif daha doğrusu düşman bellediğiniz isimlerin bu yasadışı dinleme tapeleri ortaya döküldüğünde aklınıza hiç hukuk gelmiyordu.
Hani içeriğe bakacaktık
Tam tersine “Siz bunların nasıl dinlendiğine değil de içeriğine bakın” diye ahkam kesiyordunuz. Genelkurmay Başkanı’nın makamındaki konuşmalarını büyük iştahla dinlerken “79 yılın hesabını soruyoruz” diye iri laflar ediyordunuz.
En azından ben, size o zaman haykırarak “Şimdi bundan zevk alıyorsunuz ama, pis işlerinizi yaptırdığınız adamlar, kendilerini garanti altına almak için mutlaka sizinle de ilgili belge bilgi topluyor sizi de dinliyor ve fişliyordur, zamanı gelince bunlar da ortaya çıkınca ne yapacaksınız?” diye soruyordum.
Ama o zamanlar şimdi düşman oldukları kişilerle, günün deyimiyle “kanka” durumdaydılar. “Ha, ha ha” diye gülüp “Boşuna uğraşmayın biz etle tırnak gibiyiz, bizde yamuk olmaz” diye böbürleniyordunuz.
Al işte. Şimdi başınıza geldi mi? Geçin gidin kardeşim.
Kefenli yıkım savaşı
Bir de çok güldüğüm bir konuyu ile getirmek istiyorum. Basit bir olay ama gerçekten traji komik bir durum.
Rize Belediyesi Alipaşa köyündeki bir çay bahçesinin kaçak yapıldığını belirleyerek yıkıma gidiyor. Çay bahçesinin sahibi yıkım ekibine engel olmak istiyor. Başaramayınca üzerine kefen giyip tekrar geliyor. Yıkım ekiplerine çay bahçesindeki Tayyip Erdoğan fotoğrafını gösterip “Ben onun uğruna kefen bile giydim, burayı nasıl yıkarsınız?” diye bağırıp çağırıyor.
Sonunda o çay bahçesi yıkılıyor tabii. Artık bilemiyorum Rize’nin AKP’li belediyesi gerçekten yasalara aykırı yapıldığı için mi o çay bahçesini yıktı yoksa o çay bahçesinin sahibi daha hatırlı AKP’lilerin tavuğuna kış mı dedi onu bilemem ama bu olay AKP iktidarının niteliksiz çoğunluk üzerindeki etkisinin tipik bir örneğidir.
O adam sanıyor ki kahvesine Tayyip Erdoğan resmi asıp üzerine kefen giyerse kimse kendine dokunamaz.
Köprülerin altından çok su aktı
Şimdi o adam isyan ediyormuş “Benim çay bahçem niye yıkılıyor, burada aynen kaçak biçimde inşa edilmiş kaç tane daha çay bahçesi var onlara niye dokunmuyorlar” diye feryat ediyormuş.
Anlamadığı şu, köprülerin altından çok sular aktı. İktidar kendi zenginini, kendi egemenini yarattı artık. Fotoğraftı kefendi gibi şeyler etkili olmuyor.
Bu arada şunu da söylemeden edemeyeceğim. Kefen giyip kendini Tayyip Erdoğan için kurban bile edeceğini söyleyen o şahıs, iki parça tahta için ortalığı velveleye veriyor. Madem kendini başbakan için kurban bile edecek kadar gözün kara, bu mal düşkünlüğü de neyin nesi acaba?
Bakın düne kadar birlikte AKP’yi destekleyenler bile “neden bazılarının üç kuruşa muhtaçken villalara taşındığını, altlarına son model arazi araçları çektiğini” anlayamıyor. Eee, ne yapalım, anlayın artık.
Uğur Kurt’u vuran polis çıktı
Sevgili izleyiciler, zamanım dolmadan bir noktayı da belirmek istiyorum. Okmeydanı’ndaki provokatif eylem sırasında Cem Evi’nde öldürülen Uğur Kurt’u vuran kurşunun bir polisin silahından çıktığı anlaşıldı. Bu önemli bir gelişmedir.
Kayışı kopan iktidar kendi yarattığı kışkırtıcı eylemin altında kalacaktır.
Yarın yine görüşmek üzere hepinize iyilikler dilerim. Hoşça kalın…