TOPLUM BARIŞ DİLİNİ ÖZLEYİP ÇAĞDAŞLAŞMAYA SUSADIKÇA…

TOPLUM BARIŞ DİLİNİ ÖZLEYİP ÇAĞDAŞLAŞMAYA SUSADIKÇA…

Hal ve gidişe bakıldığında; Son yılların hesaplı kitaplı hızlı değişim ve dönüşümü evrensel değerleri içermediğinden, daha doğrusu yok saydığından acılı ve sancılı süreç tüm hızıyla önüne geleni yıpratarak, savurarak, kavurarak yol alıyor.

Unutulsa da, görmezden gelinse de! Bir şeyler dikte edilirken, bir şeyler dayatılırken; kullanılan sivri ve ayrıştırıcı dil o sessiz çatıların altında birbirine dayanan, yaslanan insanları bir yandan un ufak ederken, diğer yandan küçük kıyametlerin, fırtınaların kopmasına neden oluyor. Böylece çok kederli, derde batmış insanların dünyalarında adı konup, dışa vurulmasa da derin izler bırakan hikâyeler, dramlar yaşanıyor…

Olup biteni yargılasak da, yargılamasak da, taraf olsak da, uzak kalsak da yaşananlar yaşam boyu geçmeyen izler bırakıyor. Daha açık bir anlatımla, o sessiz sitemsiz çatıların altında hayattan kopmak, ilaçlara sığınmak, ülkeyi terk etmek, ölümü seçmek gibi ömür boyu izleri sürecek, silinmeyecek kararlar alınıyor…

Bu tür durumlarla baş etmek çok kolay ve basitmiş gibi; tuzu kuru olanlar ve işin uzmanları insanlara; sabır, empati, spor, okuma, hoşgörü, sanatsal etkinliklere katılmayı terapi niyetine, ilaç niyetine öneriyor...

İnsan kolaysa gel de bunu hayatın gerçeklerinden fazlasıyla nasipli yetişkinlere, gelecek kaygısıyla ziyadesiyle meşgul gençlere, ümitsiz umarsız ailelere, ilgisiz kaygısız yönetimlere anlat bakalım demek istiyor! Hele de şarkı sözlerindeki gibi “gençlik başlarda duman” olmaktan çıkıp, “kara duman” olarak dönüp dururken…

Bu girişi yaparak, yazının altyapısını döşedikten sonra gelelim günlük yaşamdan kesitlere…

Belki özel sorunlarımızla hemhal olduğumuzdan, belki telefonumuza gömüldüğümüzden, belki başımızı bilgisayardan kaldıramadığımızdan, belki bakışlarımızı öteye çevirmediğimizden, belki ekonomik sorunlarımızdan, daha çok mutsuz ve kaygılı oluşumuzdan, farkına bile varamadığımız o kadar çok şey oluyor ki çevremizde! Ayırdında olamasak da bu öykülerin ya da yaşanmışlıkların pek çoğunun sessiz tanıkları oluyoruz...

Günü gelip yetişkin yaşın penceresinden olaylara bakınca; yanardağlar gibi infilak edenleri, yüreği kıskıvrak sarıp kavrayan gerçek öyküleri, insana kurgu gibi, prodüksiyon gibi, senaryo gibi, oyun gibi gelen bu dramatik olaylardan çok etkileniyoruz…

Flaş! Flaş! Son dakika…

Yine televizyonlarda “Flaş! Flaş! Son dakika!” anonslarıyla verilen, arka planında çaresiz, yurtsuz, savunmasız insanların Ege’nin karanlık sularında bitip giden hayatlarını dile getiren haberleri duyunca bir süre yerimize mıh gibi çakılıyoruz…

Bir an için yadırgayıp, üzülüp, sonra da hemen unutuyoruz. Oysa aslında inkâr edemeyeceğimiz bu gerçek yaşamları, gölgede kalan dramları, hele de çocukların yaşadıkları trajedileri görmezden gelmemek için, önyargıların aklı da yüreği de bağlamasının önüne geçmek için; bu olaylar vicdani ve insani yanı ağır basan duygu yüklü pencereler açmalı insanda…

Yine alışılmış kalıplardan yola çıkarak bu konuya ait her şey söylenmiştir, bunu kader olarak kabul etmek gerekir kolaycılığına sığınmak rahatlatmamalı insanı? Yıpratıcı,  yorucu yol hikâyelerini dile getirmek bu kadar kolay mıdır diye düşünmeli insan? Son derece tanıdık, bildik konuların temeline inince işi hafife almak, basite indirgemek yormalı ve tedirgin etmeli insanı?

Başı dumanlı dağlarda başlayan, karanlık sularda biten yaşam öykülerinin kahramanlarını, onları bu yaşama mecbur edenleri, verilen yaşam mücadelesini yazmaya değer görmeli insan…

Yazarken, anlatırken, paylaşırken önceden yazılanların sesleri sözleri çınlamalı kulaklarda. Ya da hep sıcak an olarak kalan olaylar canlanmalı gözlerde! Bazı kalemlerin hep işlediği, hiçbir koşulda atlamadığı konular; okurken boğazımıza yerleşen, belleğimize çakılan, yazarken sık sık gözlerimizi sildiren olaylar bizi “sen de yaz!” diye dürtmeli…

Ben onu yapmaya çalıştım bugün! Siz ne demek istediğimi anlayın lütfen…