ÜÇ DERDİM VAR BİRBİRİNDEN SEÇİLMEZ! BİR AYRILIK, BİR YOKSULLUK, BİR ÖLÜM…

ÜÇ DERDİM VAR BİRBİRİNDEN SEÇİLMEZ! BİR AYRILIK, BİR YOKSULLUK, BİR ÖLÜM…

Başlık Karacaoğlan’dan! Yıllar önce ne güzel özetlemiş ozan insanın, evin, sokağın, ülkenin, dünyanın hallerini…

Evin derdi büyük, kadınların derdi büyük, gençlerin derdi büyük, mutfağın derdi büyük, ülkemizin derdi çok büyük, dünyanın derdi daha büyük. İnsanoğlunun derdi dünyadan büyük. Bir yanda siyasi tansiyonun iniş çıkışları ve gündemin baş döndüren hızı karşısında şaşıp kalanlar! Diğer yanda toplumun sinir uçları kaşındıkça oluşan derin fay hatlarına baka kalan milyonlar! Bir yanda yüksek perdeden konuşanların yanlış ve yaralayıcı sözleri, yüksek tepelerin aldığı yanlı kararlar için kaygı duyanlar…

Hal böyle iken haktan hukuka, adaletten yasaya, eşitlikten insan haklarına, kadından çocuğa, sağlıktan eğitime biriken dertleri kime nasıl anlatalım? Hassasiyetler konusunda açıklama yapmak, düşündüğünü söylemek suç, yazmak yasak, konuşmak tehlikeli, paylaşmak sakıncalı iken! Anneler dertli, babalar yorgun, çocuklar mutsuz, gençler kaygılı iken! Ekmek yok, iş yok, aş yok, aşı yok, sağlık yok, borç çokken kime ne demeli?

Ağzını açan, boşanmak isteyen, haksızlığa tepki koyan kadınların öldürüldüğü ülkemizde; “kâğıt üzerinde olan hakların bizim için önemi yoktur!” diyenlerin ülkesinde, iyi halden, kravat takmaktan, zaman aşımından, adreste bulunamamaktan, cinnet geçirmekten, pişmanım demekten ötürü salıverilen canilere ne demeli? Eline sağlık devamını dileriz, ya da durmak yok yola devam yeterli mi?

Gidişat böyle iken gel de; “Üç derdim var birbirinden seçilmez/ Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm!” diyen Karacaoğlan’ın dizelerine sığınma! Bugünleri görseydi üç derdini üç yüze çıkarmaz mıydı diye düşünme…

Hep düşünüp dururuz bu batı bizi niye bu kadar kıskanıyor diye! Durmadan şaha kalkışımızın, bıkıp usanmadan destan yazışımızın, uçuşa geçerek büyümemizin arkasındaki imzalar kim, bunca yoğun emek kimlere ait diye! Sıkı araştırmalar ve derin incelemeler sonucunda ortaya çıktı ki! Adları sanları, ne yaptıkları, görev tanımları, görevlendirme sınırları ve süreleri pek bilinmese de; ülkemizde şu anda 16 bakan, 64 bakan yardımcısı varmış. Bazı bakanlıkları bölerek sayıyı artırmak için de düğmeye basılmış. Bu durumda gel de destan yazma, şaha kalkma, uçuşa geçme, batıyı deli etme…

Konuyu bilsem de haddimi daha çok bilen biri olarak ve düz mantık yürüterek soruyorum? Tatmin edici açıklamalar yapmak yerine, neden oldukları sorunlar için hesap vermek yerine hamaset yapanlar! Sebep ortadan kalkmadan sonuç değişir mi?

Önüne gelen her değişikliğe evet diyenler, “okuduk mükemmeldi” diyenler! Toplumda karşılık bulamayan, derde deva olmayan konular için bunun anlamı ne diye soruyorlar mı? Yoksa “sorum yok, zerrece sorun yok, soru sormaya gerek yok, o zaten hep haklı!” diyerek koltuklarını korurlar mı? Daha doğrusu olup biten onların umurunda mı anlamak zor!

“Verdi mi verdi. Atadı mı atadı. Söyledi mi söyledi. İmzaladı mı imzaladı. Alkışlandı mı alkışlandı. O halde sorun yok!” Bu durumda geriye ne kaldı derseniz? İnsanın içini acıtan görüntüler, sineye çekilemediği için sorular sorduran haksızlıklar, hazmedilmediği için sorgulatan ve uyku uyutmayan ülke gerçekleri o kadarcık!

Değerleri göz göre göre ezip geçen yönetim, söyleyeceği yeni bir şey olmayan siyasi erk, istediği yer ve zamanda istediği her yere demir atmayı yeğleyen zihniyet, MKYK’ya daha fazla kadın alarak kadın sorunlarını çözer mi? Görünen köy…

İtibarı yüksek binalara, saraylara, betonun görkemine bağlayan bir görüş; nefret söyleminin yarattığı iklimin yarınlarını, aşsız işsiz evlerde yaşanan dramı, sadece erkeğin değil yasaların da gözden çıkardığı kadınları önemser mi? Yorumsuz…

Ürünü tarlada çürüyen çiftçiye, iki üniversite bitirdiği halde yıllardır iş arayan ve umudunu yitiren gence, güven sosuna batırılmış, istikrar başlığı atılmış heyecansız, coşkusuz, merak edilmeyen, içi boş konuşmalar bir şey ifade eder mi? Cevap yok…

Alakasız bir not! Yazımın başında değindiğim üç derde ilişkin kişisel görüşümü en sona sakladım!  İlginç bir örnek olduğu için ve yeri geldiği için paylaşmak istedim. Bizler! Son yıllarda hayatımızın muhasebesini yaparken, insan ilişkilerindeki sıradanlaşmaya kafa yoranlar olarak! Telefon bağımlısı olduğumuzu, konuşma yerine, birbirimizin sesini duymak yerine mesaj atarak,  watsaptan yazarak geçiştirmeye çalışıldığını görenler olarak! En yakınlarımızla bile sohbet yerine bu kısa ve sanal ortamı seçmeyi eleştirenler olarak! Sonunda da kısa mutlulukları, yitirip, uzun süren huzursuzluk ve yıkıcı yalnızlıkla tanışan kuşaklar olarak!

Bu durumun hızla gelişmesi ve yaygınlaşması karşısında geçmişi özlemle anmaya başladık. İçten ve çıkarsız bir zemin üzerinde duran, hiç değişmeyen dostluklarımız, aylar önceden hazırlandığımız sınıf buluşmaları, yemek organizasyonları gözümüzün önüne bir film şeridi gibi geçmeye başladı...

Rica notu: Söyleyeceklerimin çok azını yansıtabildiğim bu yazımı okursanız ve bizim kuşaktansanız bana hak vereceksiniz! Birbirini özleyen, birbirinin yanında kendini mutlu hisseden, teknoloji hayatlarımızı ele geçirip bizi yalnızlaştırdığı, insani ilişkilerini sıradanlaştırdığı, insan sıcaklığını yok ettiği için mutsuz olan bizim kuşak ne dediğimi zaten anlar, anlayacaktır…