YENİ TÜRKİYE’nin ŞAHLANIŞ DÖNEMİNDEN MANZARALAR …
Megaköye dönen İstanbul, 4 milyonu bulan mülteci konuklarımız, bazılarının umut olacağına dair baştan unutulması gereken şişirmelerle günü kurtarmaları, yargıyı beklemeden yargılayan çokbilmişlerin düştüğü trajikomik durum…
Lafta ve rafta kalan vaatler, her konuda son sözü sarayın söyleyecek olması, son 10 yılda kaybolan yarısı kız, yarısı erkek 116 bin çocuk için kıpırdamayan kıllar, dolar karşısında erim erim eriyen Türk lirası…
Cari açığın tırmanışı, büyüyen işsizlik, inmeyen enflasyon, artan borçlanma, tarımdan sanayiye, eğitimden sağlığa yaşanan kaos, 700 milyar dolara yakın iç ve dış borç ve 16 yılda gelinen nokta…
Gözbebeğimiz, her Ankara’ya gidişimizde uğramadan geçmediğimiz AOÇ’nin üçe bölünerek; bir kısmına plastik dinozorlu çakma Disneyland yapılması. Bir bölümünün ABD elçiliğine verilmesi! Geniş bir alanın saraya ayrılması! Ve yerinde yeller esen genç Cumhuriyetin anıları ve bizim kuşağın tadı damağında kalan çiftlik dondurması..
Eğitimin perişan hali, üniversitelerin işsiz yetiştiren kurumlara dönüşmesi, patatesten sığıra, gübreden nohuda, sarımsaktan mercimeğe 126 ülkeden ithal ettiğimiz 133 çeşit tarım ürünü. Ve deliğin büyük, yamanın küçük olması gerçeği…
100 günlük eylem planında yer alan 400 başlıktan en çok dikkati çeken devrim niteliğindeki kekli kıraathaneler! Buna karşılık TÜİK verilerine göre kapanan 865 okul kütüphanesi! Türkiye genelinde devlet, halk, üniversite kütüphane sayısının 28 bin, toplam kitap sayısının 65 milyon oluşu! Kütüphane yetkililerinin açıklamasına göre yer darlığı ve personel azlığından ötürü bağışlanan kitapların kolilerde bekletilişi. Bu tür sorunları çözme yerine kekli kıraathaneler açma fikrinde ısrar ve inat etme…
Sel alan Çarşamba’dan sonra, selin vurduğu Ordu! Bölgede 8 köprü yıkıldığını, 500 bin kişi etkilendiğini, 7 kişinin yaralandığını, sahil yolunun trafiğe kapatıldığını gören yetkililerin; “Kriz masası kurulmuştur, devlet gereken yardımı yapacak, yaralar hızla sarılacaktır” şeklindeki sözleri! İktidar ortağı partiden Ordu milletvekilinin; “2 saatlik yağmur bu hale getirdiyse, hizmet ettik diyenler iyi düşünsün” şeklindeki açıklaması! İşin uzmanlarının; selin nedenini HES’lere, dere yataklarının tahrip edilişine, yoğun betonlaşmaya ve kıyılardaki plansız projesiz dolguya bağlaması…
Keşke kâğıttan kuleler gibi çöken bu köprüler yandaşlara ihale edilirken, uzman görüşler hiçe sayılırken gereksiz görülen denetim mekanizmaları çalıştırılsaydı…
Liste bitmedi. Sıraladıkça şaşırmaya devam edeceksiniz.
Efendim! Son yılların modası gereği, çıkış yaparak koltuk kapma geleneği hız kesmeden sürüyor. “Türkiye dış politikası, eski monşer kalıntılarından temizlendi” diyen kişi Dışişleri bakan yardımcılığına getirildi. İşi zor gibi genç bürokratın! Kalıntılar varsa ve kaldıysa işin yoksa temizle dur…
Atamalarda sınav yerine mülakat esas alınacakmış! Sanki bugüne dek her şey hakkaniyet ölçülerinde yapılıyormuş gibi, hep hak edenler atanıyormuş gibi, yandaşlara ve aile yakınlarına kontenjan ayrılmıyormuş gibi de bir hava yaratılmaz mı?
Yukarıdan aşağıya özetlemeye çalıştığım şahlanış dönemine ait unuttuklarım varsa affola! Ancak unutmadan ilave etmem gerekenler var. Misal; 16 yıldan beri ezber ettiğimiz 4 temel dayanağa yenilerinin eklenecek olması gibi! (Büyük oyun, dış güçler, üst aklın tezgâhı, direnen lideri çekemeyenlerin gizli oyunları gibi!) Bu konuda görevlerini mahir bir şekilde yerine getirenler, adeta propaganda bültenine dönüşen yayın organları, talimatla yayın yapanlar, durmadan imaj pompalayanlar gecelerini gündüzlerine katıp yeni dayanaklar üreteceklerdir kuşkusuz! Merak buyurmayın…
Yazıyı bağlarken keşke diyorum! Bu koşullarda ve bunca sorun dururken haftalardır kamuoyunu delege imzası sayarak meşgul edenler, iç karartan bir kargaşayla partide ağır yaralar açanlar ve açmaya devam edenler; “Osmanlı’nın borçlarını Genç Cumhuriyet ödemişti. Yeni Türkiye’nin tırmanan borçlarını kim ödeyecek?” sorusuna, konusuna kafa yorsaydı. Hem gündemi meşgul etmez, hem artan umutsuzluk ve kopuşu engeller, hem de yararlı bir iş yapmış olurlardı. Partinin bu garip ve ilginç tavırları izaha muhtaçtır. Bunun adı da kader değil, günü okumamak, yarını gözden çıkarmaktır…
Sevgili okur!
Tüm bunları anlamakta ve aktarmakta zorlanıyorum. Belki de içime sindiremediğim için kabullenmek istemiyorum. Düşünüyorum bazıları rakamla, bazıları ikballe meşgulken, bize de; “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin!” dizesine sığınmak, mutluluktan, umuttan geçtim, konuşulan boş sözlere, üretilen laflara bakınca ‘yazık oluyor ülkemize ve boşa geçen zamana’ diyerek derin ahlar çekmek kalıyor. Hepsi bu ve bundan ibaret…