YENİ TÜRKİYE'nin TERBİYESİZ YANAŞMALARI!..

YENİ TÜRKİYE'nin TERBİYESİZ YANAŞMALARI!..

Onlar yoktular!..

Çok uzun zamandan beri yoktular… Hiçbirinden en ufak bir iz bile kalmadığını biliyordum. Unutulmuş, yok edilmiş, sanki bilinçli olarak yaşamımızdan sökülüp alınmışlardı. Belki biz yok olmalarına, kopup gitmelerine ses çıkarmamış, izin vermiştik!..

Halbuki; onlar yaşamın ta kendisiydi!..

Dostluk, arkadaşlık, omuzdaşlık, yoldaşlık, yardımlaşma, fedakarlık…

Ve ille de sevgi!..

Karşılıksız, hesapsız, pazarlıksız, taa yüreğinin içinden sevgi!.. Her şeye rağmen; kaybetmenin o yakıcı tadı boğazına bir yumru olup oturduğunda, ölesiye hınçla dolduğunda ya da umutsuz bir kıskançlığın pençesinde kıvrandığın zaman bile sevgi…

Bizler, hepimiz; kopkoyu bir nefret ortamında, nedenini hiç düşünmeksizin yakıcı bir hınç ve öfkeyle ve de anlamsız bir geç kalmışlık duygusuyla, hedef gösterilen “köşeyi dönmeye” çalışırken yitirmiştik onları!..

Ne yazık ki, farkında bile değildik!..

Bir dostun sıcacık gülümsemesi, bir arkadaş için dökülen bir damla gözyaşı, bir yürek çarpıntısı, dolu dolu bir sarılış, coşkulu sevgiler, her türlü hesaptan uzak pırıl pırıl kahkahalar yoktu artık… Çook uzaklarda kalmışlardı…

Yitip gitmişlerdi!..

Yeni düzeni kavrayamayan dinozorlar!..

O kocaman boşluğu; çarpık gülümseyişler, sahte dostluklar, öldüresiye hınçlar, doymak bilmez hırslar, “ben…” diye başlayan iflah olmaz monologlar ve tabii çok ama çok acı veren yalnızlıklar doldurmuştu!..

Üstelik; onların adını bile anmak, yokluklarına içten bir “ahh” çekmek, özlem duyduğunu açığa vurmak bile ayıptı!.. Bu gibilere ancak gülünür, alay edilirdi.

Bu gibiler; eski kafalı, yeni dünyayı bir türlü anlayamayan, “birey” olmanın önemini kavrayamayan, nesli tükenmeye yüz tutmuş, feodal yaratıklardı!.. Yükselen değerlerin temsilcileri bu gibilere birtakım sıfatlar bile yakıştırmışlardı;

Dinozor… Kelaynak!..

Haklıydılar tabii; paranın en kutsal değer haline geldiği, “Ohh, dolarlar geliyor” diye atılan gazete manşetlerinin ayıplanmak bir yana sevinçle karşılandığı, büyük çalanın baş tacı edildiği bir ortamda bu değerlere yer yoktu!..

Dizi kültürünün, evlilik programı türü çiğliklerin yüceltildiği, üç kuruşluk kağıt peçetelerin yeni moda meyhanelerin plastik masalarında göbek atan şarkıcıyı şereflendirmek için havalara saçıldığı, kendisini köşe yazarı zanneden tetikçilerin zar zor yetişen sanatçılara, yazarlara en bayağı sözcüklerle saldırdığı, mafya bozuntusu eli kanlı katillere “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye sevgi gösterilerinin yapıldığı bir ülkede bu durum zaten son derece doğaldı…

Bu duruma şaşırmak, acı duymak ise düpedüz şapşallıktı!..

“Türkiye’yi artık o… çocukları yönetmiyor!”

Yukarıda okuduğunuz yazı, sandıktaki eski bir yazımdan bir bölüm…

Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Yıldız Kenter ile dev bir kadronun oynadığı “Güle Güle” filmini seyrettikten sonra yazmıştım… İnsanlıktan çıkmanın, vicdansızlığın, sevgisizliğin, çürümenin, tetikçiliğin, soysuzluğun nerelere ulaştığını göstermek, anlatmak adına kaleme almıştım…

Daha bugünleri, bugünün tetikçilerini, yanaşmalarını, vicdansızlığın şahını, çürümenin dibini, sevgisizliğin zirvesini görmemiş, yaşamamıştık!..

Bugün, artık yaşıyor, tanık oluyor ve ne yazık ki şaşırmıyorum!.. Düzeysizliğin, seviyesizliğin, zavallılığın bu kadarına “pes” de demiyorum!.. Yalnızca sürüklendiğimiz yere bakınca “içim acıyor”, çocuklarımızın geleceği adına yüreğim kanıyor, o kadar!..

Neden bu denli yüreğimin kanadığına gelince; o kadar kepazelik görmüş, tanık olmuştum ki; bir örnek vereyim. iktidara yapışık Star isimli mevkutenin geçmişteki genel yayın yönetmeni Nuh Albayrak isimli zat, o zamanın başlıca gündem konusu Rahip Brunson krizine değindiği yazısında, bu iktidar sayesinde nasıl da bağımsız bir ülke haline geldiğimizi anlatırken aynen şu cümleyi kullanmıştı:

Türkiye’yi artık o… çocukları yönetmiyor!..

Öncelikle; bu kalem sahibinin “Nasıl da bağımsız bir ülke olduk” diye övünmesinden kısa bir süre sonra, zamanın ABD Başkanı Trump’ın tehditkar ifadelerle yaptığı açıklama sonrası Rahip efendi “şak” diye serbest bırakılmış ve anında, özel uçakla ABD’ye doğru yola çıkıvermişti!

İktidarı diğer tetikçilerden, yandaşlardan daha iyi öveceğim, kocaman bir “aferin” alacağım telaşıyla, Cumhuriyetin 100 yılını bir anda “o… çocukluğuna” indirgeyen, başta büyük devrimci olmak üzere tüm yöneticileri, aynı kefeye koyan, iktidarın saygı ile söz ettiği Menderesleri, Bayarları hatta Necmettin Erbakan’ı bile harcayan bu zata “gazeteci” denilebilir miydi?.. Hayır!

Böylelerine “Tetikçi”, “Yanaşma” sıfatları bile az gelirdi… Yeni Türkiye’nin “gazeteci” kılıklı bu tür zavallı kalem erbabına Büyük Şair Nazım Hikmet’in “Bir provokatör üzerine hiciv denemeleri” isimli o muhteşem şiirinden şu dizeleri atmağan etmiştim:

Sen bu kavgada bir nokta bile değil, bir küçük eğri virgül, bir zavallı vesilesin!../ Ben, kızabilir miyim sana? Sen de bilirsin ki, benim adetim değildir bir posta tatarına, bir emir kuluna sövmek, efendisine kızıp uşağını dövmek!

Tüm süprüntülerin sonsuza dek hayatımızdan çıkacağı o güneşli günler elbet çok yakındır!

https://twitter.com/umit_zileli