YURTTAN SESLER…
Ülkeyi her bakımdan yeniden şekillendiren ve bugünkü hale getiren yönetim medyayı tekeline, muhtarları yedeğine, toplumun bir kesimini avucunun içine alınca sayelerinde pek çok ilk yaşadık, yaşıyoruz. Örneğin tatlı küçük zamlar, devletin ödediği fahiş kiralar, çıldıran ve çıldırtan döviz, zam üstüne zam gelen akaryakıt, yönetim erbabına göre artan ihracat, faizlerde görülen düşme eğilimi ve tüm verilerde saptanan iyileşme! Tüm bunlar memleketin gerçeklerini yansıtmasa da onlar bunun adına denge politikası diyor, bizcileyin cahil kesim de ne anlarız bundan deyip anladığımızla yetiniyoruz.
Efendim bizim ilk olarak anladığımız şu ki! Koskoca MEB okulları, “nitelikli- niteliksiz” diye ikiye ayırırken yurttaşa sorunlarınızı sıralayın demiş. Yurttaşta birinci sıraya geçim sıkıntısını, ikinci sıraya eğitim ve ekonomide yaşananları, üçüncü sıraya da dış politikadaki sorunları koymuş. Aslında soruya yanıt verenler bunların yönetim katında hiçbir karşılığının olmadığını, dış güçlerin oyunu olduğunu, batının ülkemizi durmadan döviz kuru üzerinden terbiye etmeye kalktığını ve başarımızı kıskandığını(!) bilse de sorunları sıralamaktan geri durmamış. Sonuç ne mi olmuş? O konuda yüksek tepelerden henüz bir açıklama olmadığından ve konu kayda değer bulunmadığından geçiyoruz.
Gelelim işin kadın cephesine! Daha ne yapılsın bu ülkenin kadınları için? Önce kadınlara ait özel pembe renkli otobüs yapıldı, yüzümüzde pembe güller açılmadı! Sonra salonlarda kadın-erkek ayrı yerlere oturtuldu, bana mısın demedik. Bir süre sonra vagonlar da ayrıldı, umursamadık. Daha sonra pembe renkli otopark bile düşünüldü, biz önümüze çıkan yere park ettik! En son kadın AVM’si açıldı. (geçenlerde yazdım) teşekkür bile etmedik. Bize de yaranılmıyor ki!
İşin kadın cephesinden kısa başlıklardan sonra bencileyin yazarçizer takımını atlamak olmaz! Her gün posta kutumuza yağan, hepsi değerli, hepsi düşündürücü yazılar, ardı arkası kesilmeyen geri bildirimler, övgüler, yergiler, iletiler bazen insanın inancını, işine olan bağlılığını katladıkça katladığı gibi, bazen de içeriğindeki içtenlik, edebi tat, hüzünle sarmalanan duygular sizi alıp derinlere götürüyor ve sık sık paylaşmadan yakanızı bırakmıyor! Bu arada insan en çok da gücüne güç, direncine direnç, inancına inanç katan ve kendine dokunan, kalbine değen yazıları paylaşmak istiyor. Hele de eksiklerinize kusurlarınıza rağmen sarıp sarmalayan iletiler gelince de iki gözünüz iki çeşmeye dönüyor…
Sonra ne mi oluyor? Hüzün yumakları git gide büyürken, gelecek neye benzeyecek kaygısı artarken, yoksul şafaklara uyananların sayısı çoğalırken derin uykulara dalamayanlar, insanlık ırmağının ağır mı ağır aktığını görüp daha çok daralınca bazen çocuksu, bazen içi boş, bazen anlamsız ve çoğu kez de gereksiz yazılar yazıyor…
Ne mi yazıyor? Ülkenin fay hatları kırılmışken, fabrika ayarlarıyla oynanmışken, geride bıraktıklarına bakıp hem kendisiyle, hem hayatla hesaplaşmaya, yüzleşmeye giriyor. Rantın esas alındığı, çıkarın en önemli özellik sayıldığı bir zihniyette ormanı, ağacı, yeşili tahrip etmeyi birinci vazifesi olarak gören bir anlayışta duyduğu rahatsızlığı dile getirmeye çalışıyor. Dürüstlüğün, doğruluğun, erdemli olmanın değil, uyanıklığın, görgüsüzlüğün, cehaletin, patavatsızlığın, saldırganlığın prim yaptığı çıkarlar dünyasında karmaşık duygular yaşadığından onları yansıtmaya çalışıyor.
Yetinmiyor. MEB’nın İHL açmaya bi türlü doymadığı, bütçeden aslan payını oralara ayırdığı eğitim sistemimizde, sırf “slogan atar gibi gözüktükleri için” Boğaziçili öğrencilerin tutuklanmasını dile getirmek istiyor. Hızlanan siyaset sahnemizde, hızını alamayan siyasilerimizi ne kadar ilgilendirir bilemese de okura ve tarihe not düşmenin yazarın asli işi olduğunu düşünüyor.
Batılılar; “Türkiye’yi anlamak imkânsız” derken “büyüklerimiz dururken bize söz düşmez” diyen meslektaşlarına inat, yazmamak ve sormamak için kendisini zorlamıyor. Pek çok konuyu görmezden ve duymazdan gelenlere inat, içindeki acı ve kaygı git gide büyürken duygularını denetleyemiyor.
“Kim korkar hain kurttan!” sözü, sadece oyun adı olarak kalsın diyenlerin çok olduğu günümüzde, “hayat piyango olabilir ama geleceğimiz olan çocuklarımıza risk bileti kesilmesine izin vermeyelim” diyenlerin yanında yer almaya çalışıyor! Yanı başımızda bombalar patlarken, füzeler birbiriyle yarışırken, koskoca adamlar ve ülkeler bundan medet umarken, ortalık savaş ve ölüm kokarken, geçmişimizde vaha yaratanlar unutulmasın istiyor.
Her bi yanda baskı, tehdit, zulüm ve korku egemenken, barut ve kan kokuları genzimizi yakarken, Gazze’deki katliam dünyanın bir kısmını ayağa kaldırırken sanata karşı düşmanlık ve hoyratlık artarken geçmişte değer ölçülerimizi ve yaşam biçimimizi şekillendirenleri hep hatırlatmaya çalışıyor.
Bu arada sık sık aklına düşen; “İki şey var ki yeryüzünde son insan kalıncaya kadar yok olmayacak. Biri sanat, öteki isyan!” diyen Albert Camus’u ayakta alkışlıyor…