BİR ÖLÜNÜN ARDINDAN SÖYLENMEYECEK SÖZLERİ ARINDIRDIKTAN SONRA

Bir bakıma, herkes gibi o da bir “fani” ya da Türkçesiyle söylersek “gelip geçici”ydi.
Günü gelmiş olacak ki, eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel’ de bu dünyadan “geçti gitti”.
Mekanı cennet olsun.

Geleneklerimiz ölenin ardından kötü sözler söylenmesini hoş karşılamaz. 
Bu ne güzel bir şeydir değil mi?
Ayrıca sağlam bir hukuksal mantığı da var: 
Anayasalara, ceza hukukuna, mevzuata girmiş bu prensibe göre; suçlar da cezalar da hep “kişisel”dir. Kişi artık “yok”sa cezalandırılacak suç da yoktur, öyle bir suç olduğu varsayımıyla cezanın başka birilerine çektirilmesi doğru olamaz.

Ölen kişinin sağlığında yaptıkları dolayısıyla, “geride kalanların” onun yaptıkları hakkında kötü sözler işitmesi, dolaylı da olsa üzerlerinde bunun baskısını hissetmeleri, ölenin yerine “bir biçimde” onların cezalandırılmaları kabul edilemez.
Bu nedenle ölenin ardından ceza koğuşturması yapılmadığı gibi “kötüleme” de yapılmaz.

Peki bu anlayış bir başka açıdan bakıldığında bizi biraz “safdilliğe”, her şeyi sineye çeken kişi durumuna düşürmez mi? Acaba “ölümler” her zaman “mutlaka” doğruluğu yanlışlığının tartışılması gereken bazı konuların üzerine bir sünger çekmeli midir sizce?
“Kötülemedik ama yaptıklarını değerlendirdik” dersek, böylesi “değerlendirmeler” “kötüleme ile aynı kefeye konabilir mi?

Tarihe dönüp baktığımızda öyle kişiler var ki… Özellikle de “milyonların” iyi olduğu kadar kötü günler yaşamasında da ciddi roller oynamış olan siyasetçilerin yaptıklarını “artık ardından konuşulmaz” diye “es geçmek” onunla birlikte bir “geçmiş”in üzerini örtmek acaba ne kadar sağlıklı olabilir?
Doğrusu bayağı ince ayrıntıları olan, hemen “böyle olmalı” denemeyecek bir konu.

Çelişkili gibi duran bu iki farklı durumda “öyle de olur, böyle de olur” gibi nabza göre şerbet verme kolaycılığına saplanmazsak; sanırım kişiler bu dünyadan göçüp gitse bile, kişiliklerinin değil ama toplumu ilgilendiren “eylemlerinin”; hiç kimseyi cezalandırmak için olmasa da “ders almak”, aynı yanlışlara düşülmesini önlemek için “gözden geçirilmesinde bir sakınca değil hatta gereklilik var.

Eğer “tarih” ve “siyaset bilimi” yaşamını tüketmiş siyasetçilerin hep iyi taraflarını ele alacaksa onlara “methiyeler” yazmaktan öte gidemez, bu methiyelerden yola çıkacak yeni nesiller de yaşananlardan, ödenen bedellerden bir şeyler öğrenemez, her nesil işe sıfırdan başlamak durumunda kalırdı.
*
Bizim nesil üzerinde etkisi çok büyüktü.. 
Demek ki aradan geçen tam 51 yılımız “Demirel ile birlikte” değilse de “Demirelli” geçmiş.
1964 Kasımında partisine genel başkan seçildiği günkü kutlamaları bile hatırlayanlardan biri olarak bazı şeyleri söyleme sorumluluğumuz olmalı diye düşünüyorum…
*
Demirel, 27 Mayıs sonrasında “Demokrat Parti mirası” üzerine kurulan ve 27 Mayısı yapanlardan başka, “1961 anayasasının getirdiği düzene” de karşı olanların sahneye çıkarıp parlattığı bir siyasetçiydi.
Neydi o “karşı” olunan 1961 Anayasasının getirdikleri?

-Yasama-yürütme-yargı arasındaki güçler ayrılığı sağlanmıştı. 
-Cumhuriyet senatosu (İkinci meclis) kabul edilmiş, Meclisin kararları yükseköğrenim görmüş kişilerden oluşan senato üyelerinin de denetimine sunulmuştu)
-Nispi temsil sistemine geçilmişti. Artık çoğunluk partisi dışındaki partilerin de Meclise kuvvetleri oranında üye seçmelerini sağlayan seçim biçimi getirilmişti. 
-Daha geniş kişisel hak ve hürriyetleri tanınmıştı.
-Cumhuriyetin niteliklerinin değişmezliği anayasaya girmişti.
-Sosyal hukuk devleti amaçlanmıştı.
-Hükümetlerin kendi bildiğine “icraatı” sınırlanmıştı. 
-Cumhurbaşkanlığı sembolik hale getirilmişti.
-Üniversitelerin, TRT, DPT ve MGK Anayasa ile düzenlenmişti.
-Meclisten çıkan yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemek için Anayasa Mahkemesi kurulmuştu.

Neredeyse bu gün “Aman keşke böyle bir düzen kurabilsek de huzur içinde yaşasak, keyfilik olmasa” diyebileceğimiz şeyler değil mi? 
“Evet öyledir” diyorsanız, şimdi de buna “karşı” olanların siyasi yapılarını göz önüne getirmeye çalışın.
*
Türkiye, kurtuluş ve kuruluş yıllarında bu cumhuriyeti hayata geçirmek, ardından ikinci dünya savaşında bütün dünya birbirine girmişken bu felakete bulaşmamak, korunmak için ve işte o koşullar altında bile, bu gün “şu kadar özelleştirme geliri elde ettik” diye öğünülen milli serveti yaratırken hayli sıkıntılar çekti. 

Çağdaşlaşma uğruna çok şey yaptı. 
Gericilikle savaştı, alfabeyi değiştirdi, kadın haklarını verdi, tek partiden vazgeçip çok partililiği getirdi, modern Türkiye’yi kurdu.
İşte bütün bunlar yapılırken belirli bir muhalefetin ortaya çıkması, o muhalif grupların bu sıkıntıları malzeme olarak kullanıp, halkı etkileyip kolayca bir “karşı cephe” yaratması kaçınılmazdı.

Bu gün bile bazı istismarcıların ikinci dünya savaşı sırasında ekmeğin asker için saklandığı, halka karne ile dağıtılmak zorunda kalındığı günleri malzeme olarak kullandıklarını görmüyor muyuz?

İşte o ilk muhalif cephe, Türkiye’yi bölmeyi hedefine alan Sevrciler, Truman doktrini, Marshall yardımları ile de desteklenerek siyaset arenasına önce Adnan Menderes’i çıkardı. 
Adnan Menderes en çok İstanbul’da açtırdığı Vatan ve Millet Caddeleri ile ve “asfaltlama”sı ile anılır ama, şu gerçek ki; bunun arkasında Amerika’nın otomotiv sanayiine pazar açma gayreti vardı. 
Son döneminde devlet hazinesi tamtakırdı; iktidarı devralanlar memur maaşlarını halktan alyanslarını, bileziklerini toplayıp ödeyebildiler. 
Basın baskı altındaydı. Yazmak ne mümkün! Çizerler en basit karikatürden derhal içeri atılıyordu, 
Menderes’in “Adliye işlemez hale gelmiştir” diyerek Meclis’te iktidar milletvekilleriyle oluşturduğu bir “Tahkikat Komisyonu” basının ve muhalefetin faaliyetlerini izleyecekti, iktidar kendi yandaşlarını “Vatan cephesi” adı altında örgütlüyor, halkı cepheleştiriyordu. 
Öğrencilere karşı polis şiddeti hiç de bu günleri aratmıyordu.
Özetlersek, Menderes iktidarı resmen çökmüş, ülkeyi çökertmişti.
*
27 Mayıs 1960’daki askeri müdahale ve ardından yapılan 1961 Anayasasına karşı tepkiler daha önce Menderes’i iktidara getiren unsurları bu kez Süleyman Demirel etrafında kilitledi. Siyasete 1962 yılında Adalet Partisi (AP) İdare Kurulu üyesi olarak başlayan Demirel, iki yıl içinde, 28 Kasım 1964'te genel başkanlığa seçildi. 
Kurulmasını sağladığı ve Şubat-Ekim 1965 aylarında görev yapan koalisyon hükumetinde dışarıdan Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı olarak görev aldı. Demirel, 10 Ekim 1965'te gerçekleştirilen seçimlerde ilk kez milletvekili ve Başbakan oldu..

Siyasi tabanı, şimdi de büyük ölçüde AKP’yi destekleyen muhafazakar, sağ seçmendi.
Hızlı yükselişinde tabii ki Boğaziçi Köprüsü'nün ilk projesini (1954) hazırlayan, ABD'nin uluslararası mühendislik ve müteahhitlik firması Morrison Knudsen Inc.'in Türkiye temsilciliğini yapmakta olduğunun “katkısı” olmuştur. Sonunda inatla gerçekleştirdiği 1. Köprü projesine olan sıkı bağımlılığının temsil ettiği şirketle bir bağı var mıydı bilemiyoruz tabii.

Ama başında bulunduğu iktidarı1970’te ülkeyi yeni bir darbeye sürükleyecek kadar başarısızdı.
1969’da “Kanlı Pazar” 1970’de “15-16 Haziran olayları” yaşandı. Türk Lirası'nın değerinin yüzde 66 oranında düşürülmesi (10 Ağustos 1970) 68 öğrenci olayları ve grevler karşısında Demirel, 1961 Anayasası'nı suçlayarak bu anayasayla ülkenin yönetilemeyeceğini savundu.
Darbe, bir mağdur yaratmıştı.
*
O mağduriyet yine işe yaradı.
31 Mart 1975'te Süleyman Demirel'in başkanlığında AP, MSP, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Cumhuriyetçi Güven Partisi'nden (CGP) oluşan koalisyon hükümeti kuruldu. Sola karşı hemen bütün sağ partilerin birliğini oluşturan Demirel hükümeti, "I. Milliyetçi Cephe hükümeti" olarak anıldı. 
Dört yıl aradan sonra başbakanlık koltuğuna oturan Demirel, koalisyonu yürütebilmek için MSP ve MHP'nin yandaşlarının devlet örgütü içinde kadrolaşmalarına göz yumdu. Bu hükümet döneminde ülkede yeniden yoğun terör olayları ve toplumsal hareketler başladı; Kan gövdeyi götürürken “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyordu. Ülke, dış ödemeler açığı ve hızlı enflasyondan kaynaklanan bir ekonomik bunalıma girdi.
Nihayet bu dönem de bir darbeyi önleyemeyecek siyasi başarısızlıklarla tamamlanıyordu.

1980 darbesinin dile getirilen gerekçeleri arasında “bütçe açıklarının bir türlü kapatılamaması” da vardı. Haydi o darbecilerin söylediğiydi ama “70 sente muhtaç kaldık” sözünün sahibi Süleyman Demirel’di ve kendi dönemi için söylemişti.
Türkiye’de 1960, 1970, 1980’lerde hep askeri müdahaleler yapılmıştı, “demokrasi” kesintiye uğramıştı ama, ortada bir gerçek vardı: 
Bu dönemlerin liderleri bir türlü sağlıklı bir yönetim gösterememiş, huzursuzlukları ve ekonomik başarısızlıkları engelleyememişler, bütün bu yıllarda sıkıntıyı hepimiz çekmiştik.
Yani, belki “mazlum” sayılabilirlerdi ama, siyasette başarılı olamadıkları da ortadaydı.
Kimse “Mazlum” ile “başarısız”ı bilerek ya da bilmeyerek birbirine karıştırmamalıydı.
*
Şimdi Süleyman Demirel’i “değerlendirenler” belki de “bir cumhurbaşkanı ancak bir başka cumhurbaşkanı ile kıyaslanarak değerlendirilebilir” deyip “O çok iyiydi” diyeceklerdir.
Bence mesele kimin kimden iyi olduğundan çok, değerlendirilenlerin bu ülkeyi ne kadar huzurla yönettikleri, insanların demokratik haklarını ne kadar kullanabildikleri, hukukun ne kadar ciddiye alındığı, medyanın ne kadar serbest olduğu, ekonominin borçsuz harçsız ve satıp savmadan ne kadar güçlendiği, geleceğe ne kadar güvenle bakabildiğimiz.
Ölçüyü böyle koymazsak ne dünü, ne bu günü ve ne de yarını doğru değerlendiremeyiz.

Son bir şey daha söyleyelim: Devr-i iktidarında değil ama iktidardan ayrıldıktan sonra iyi bir siyaset adamlığı örneği olmuştu. “Allah bütün herkes gibi Süleyman Sami Dolaksızoğlu kulunun da taksiratını affetsin”


https://twitter.com/bulentsoylan
https://www.facebook.com/yeminlimalimusavir.bulentsoylan