EYVALLAH!

Başlığı okuyunca bu toz duman arasında bu bir veda yazısı mı diye düşünebilir, ya da eyvah bundan böyle yazarımızda her şeye “eyvallah” mı diyecek acep diye kaygılanabilirsiniz!  İkisi de değil, bilemediniz! Başlık Müjdat Gezen ustanın son oyununun adı! Ya nasılmış?

Adına güzel bir rastlantı mı desem? Nihan hocamın özel jesti mi desem? Oyunu ünlülerle aynı salonda, Türk Halk Müziğinin ünlü yorumcusu, “Hasretinle yandı gönlüm” türküsüyle yüreklere kazınan Seha Okuş hocamla yan yana ve en ön sırada izledim.

Eyvallah adlı bu oyunu nasıl sarsılası ve dokunaklı duygularla izlediğimi bir ben bilirim bir de ben. Sanatın gücü budur, sanatçının işlevi işte budur dedirten bu oyun için yiğidin hakkını yiğide, Sezar’ın hakkını Müjdat hocama vermek istedim!

Baştan söylemeliyim ki; Oyun anlatım gücüyle kalemin, yürekle birikimin, deneyimle vefanın ödünsüz ve firesiz buluşması idi. Yine bu oyun; üretkenlikle enerjinin, yaratıcılıkla verimliliğin, nitelikle niceliğin, duygu fırtınası ile beyin fırtınasının birleşimi idi…

Hani;  “Her insana ilham gelir, sanatçı hangisinin ilham olduğunu ayırandır” şeklinde yaygın bir söz vardır. Sanırım oyunlarıyla, kitaplarıyla, yaptıklarıyla, hayata kattıklarıyla, okuluyla, tiyatrosuyla, hele de duruşuyla bunun somut örneklerinin başında gelir Müjdat Gezen…

Rejisör Tarkovski’nin; “Dünya mükemmel olmadığı için sanat var” sözünü haklı çıkarırcasına, işlek ve yetkin kalemiyle, kıvrak diliyle, oyunlarının hakkını veren, uzun sanat yaşamına alın teri akıtırken, olur olmaz çıkışlara da alnının akıyla girip, alnının akıyla çıkan, topluma mal olmuş bir ustadır Müjdat Gezen…

Kapalı gişe oynayan “7 Kocalı Hürmüz” ve “Şarkılar Seni Söyler” müzikallerinin başarılı ekiplerinin sergilediği dans ve şarkıları “kaymak tabakanın oturduğu ve Türkiye yansa da, şaha kalksa da umurunda olmayanların” (!) ayağına getirendir Müjdat Gezen…

Gelelim yoruma ve izlenimlere!

Siz hiç 3 saat boyunca onlarca konunun, yüzlerce anının, sayısız dostluğun, yetkin bir anlatımla, hiç duraklamadan akan bir duygu seliyle sahneden salona aktarımına tanık oldunuz mu?

Siz hiç insanı saran, kavrayan, gönül tellerini sızlatan, alıp eskilere, geçmişe, hatıralara götüren bir hitabet yeteneği ve sanatsal güçle, hiç aksamayan bir sahne performansıyla son yıllarda ve bu alaca karanlıkta karşılaştınız mı?

Siz hiç konuları destekleyen barkovizyon görüntülerine dalıp giderken, en ciddi anlatımda bile araya zekâ ürünü espriler sıkıştıran,  ani ve vurucu tebessümler yaratan, gözyaşından kahkahalara başarılı geçişler yaptıran bir sahne sihirbazıyla (kendisi hokkabaz diyor!) karşılaştınız mı?

Sümer Tilmaç’tan Savaş Dinçel’e, Can Yücel’den Nazım Hikmet’e, Hayko’dan Ateş böceği Ercan’a, babasından amcasına, okulundan öğrencilerine onlarca isim ve ilginç anılarla bezeli bu süreçte zamanın nasıl geçtiğini unuttunuz mu?

Siz hiç gün ve geçmiş arasında köprüler kurulurken, eğlendiren, gülümseten, en çok da düşündüren vurguların hızına yetişmeye çalışırken Büyük Atatürk’ün sahnede pırıl pırıl parlayan büstüne bakarak derin ahlar çektiniz mi?

Gelelim en çok etkilendiğim sahnelere!

Eskiden öğrencim, şimdi meslektaşım olan ve başarılı oyunlarıyla göz dolduran Can Bana’nın sahneye giriş çıkışlarındaki sıkmayan, doğallık ve sadelik...

Müjdat hocamın babasından söz ederken ağlaması, baba yadigârı olan halası Seha Okuş hocayı sahneye davet ederek elinden öpmesi ve aynı anda halasının da yeğeninin ellerine sarılması…

İzleyicinin yüreğine işleyen, akılda kalan, damakta kalan, iz bırakan, “iyi ki geldim” dedirten, bu sanatsal şölen için değerlendirme yazarken zorlandığım doğru! Aynı kurumdan olmanın sıcaklık yarattığı doğru! 16 yıldan beri birlikte çalışmanın onur ve mutluluğu doğru! Ancak tüm bunlar olmasa da bu yazının yazılacağı iki kere doğru…

Dört dörtlük bir belgesel tadında izlediğim, her karesi, her sahnesi, her perdesi; çok değerli, çok ders verici, çok renkli ve düşündürücü bir başarı öyküsünün sahnelenmesi saydığım bu oyun için başta Müjdat Gezen olmak üzere emeği geçenleri kutluyorum.

Kendisi ve Fuat abi karakterini canlandırırken hızlı geçişlerdeki, sahicilik, çarpıcılık, büyülü iletişim, sıcak ve duygusal bağ için her iki role hayat veren Müjdat Gezen’i ellerim kızarıncaya kadar alkışlıyorum. Sonra da kendi kendime soruyorum, kendisine de soracağım! Hoca bu oyunu sanata olan bağlılığından mı kaleme almış? Yarınlara bir şeyler daha kalsın mı istemiş? Vefanın altını mı çizmeye çalışmış? Aile bağlarının gücüne mi vurgu yapmış? Galiba bunların hepsi! Olur mu demeyin? Konu sanat olunca, hele de imza Müjdat Gezen olunca olur, oluyor da…

Son söz yerine: Bazı konular, bazı kişilerin semtine bile uğramaz ya! Bazı konular bazı kişilerin muhitine bile girmez ya! Tek istisnası vardır bunun Atatürk meşalesi! O ne semt tanır, ne de muhit! O öyle bir ışıktır ki sönmez, ısıtır, ışıtır, aydınlatır, kimse de söndüremez. Bu oyunu en çok da o büyülü iletişim için,  arkasındaki emeği alkışlamak için kaçırmayın olur mu?

Ülkemizin oyuncu müsveddesini(!) ayakta alkışlayacaksınız eminim…