KADIKÖY FESTİVALİ'nden İZLER ve İZLENİMLER…

Festival kapsamında görüp yaşadıklarımı yazıp yorumlamak için biraz geç mi kaldım bilmiyorum! Bildiğim o ki; 22- 28 Temmuz arası Kadıköy Belediyesi, Kalamış Parkı’nda “Yıldızlar Altında Sinema” festivaline katılanlara ağırlamadan uğurlamaya çok başarılı bir ev sahipliği sergiledi…

Gerek filmlerin özenli seçimi, gerek gösterimin ilk gecesinde şef Orçun Orçunsel yönetimindeki Avrasya Filarmoni Orkestrası’nın canlı performansı ve gerekse ikram kalitesiyle belediye ve düzenleme komitesi parkı dolduran binlerce sanatseverin yüreğini ele geçiren bu buluşma için yıldızlı pekiyi aldı sanırım. (notu kıt bir hoca olarak benden aldılar da!)

Bu bir haftalık sanatsal ziyafeti bir köşe yazısının sınırlarına sığdırmanın zorluğuyla söze nereden başlayacağımı bilemiyorum doğrusu!

Bu müthiş emek, sabır, akıl, duyarlılık gerektiren ve aylar süren düzenleme, insanın yüreğini içine alan dünyaca ünlü film seçimleri, sorumluluk bilincine işaret ederken son günlerin gürültülü ortamına soluk getiren, bu etkinlik için başta Şerdil Başkan olmak üzere, Sinematek/ Sinema Evi Yöneticisi Jak Şalom ve duyarlı ekibine teşekkür mü etsem?

Bir hafta boyunca bizlere tutulan aynada; (perde de mi demeliydim?) seçilen filmleri bazen gülerek, bazen düşünerek, bazen ağlayarak, çoğu kez geçmişe dalıp giderek, sık sık nefesimizi tutarak, en çok da kendimizi ve çevremizi sorgulayarak izlerken! Yine bazen demli bir çay tadında, bazen fırından yeni çıkmış gevrek bir simit lezzetinde zevk alarak ve bitmesin diyerek ekrana kitlenmişken! İzlediğimiz filmlerin o yıllardaki teknik alt yapısını mı, verdiği mesajı mı, kahramanlarının insani dayanışmasını mı, yoksa aşkın büyüsünü mü dile getirsem?

7 gece her gün artan bir kalabalık ve ilgiyle filmleri aile boyu izleyenleri, minderinde kıvrılarak, mini çadırında sıkışarak, koltuğunda oturarak, çimenlerin üstüne yayılarak, bir sandalyeyi iki kişi paylaşarak her yerden koşup gelen binlerce kişinin yarattığı sanatsal havanın ciğerlerimize çok iyi geldiğini mi itiraf etsem?

Çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek yan yana, sırt sırta, arka arkaya izleyenlerin coşkusunu, filmlerin çoğuna gelen Genco Erkal ve Süleyman Turan’ın yarattığı özel havayı mı solusam?

Dünya sinemasının büyük ustası Charlie Chaplin’in ilk uzun metrajlı filmi olan “The Kid- Yumurcak” filmini izlerken çok eskilere, sorunsuz ve sorumsuz çocukluk yıllarıma ve her filmi hemen izlediğimiz, şimdi ise yerinde yeller esen Kars Şehir Sineması’na mı dikkat çeksem?

Ünlü yönetmen Başar Sabuncu’nun imzasını taşıyan “Zengin Mutfağı’nı” izlerken sosyal ve toplumsal dinamiklerin sinema perdesine aktarımındaki ustalığı mı alkışlasam?  Kırsaldan kente göçüşün sancılarından, zengin- yoksul farkının dünden bugüne değişmeyen yazgısından söz ederken, büyük oyuncu Şener Şen’in bakışlarına yüklediği derin anlamı mı vurgulasam?

Yönetmen Fernando E. Solanas’ın “Tangolar- Gardel’in Sürgünü” adlı; yer yer komik, yer yer trajik, yer yer politik muhteşem filmini izlerken yıllar önce gittiğim Arjantin’de izlediğim birbirinden etkileyici ve görkemli tango gösterilerini mi derin ahlar çekerek hatırlayıp ansam?

Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülünü kazanan “Cherbourg Şemsiyeleri’ni” izlerken gençlik yıllarımın efsanevi sanatçısı Catherine Deneuve’nin naifliğine, doğallığına, şıklığına, zarafetine, oyunculuk gücüne, sitil sahibi oluşuna, özgüvenine, beden diline, zarif gülüşüne mi bir kez daha hayranlık duysam?

Atatürk’ün doktorlarından KBB uzmanı Dr. Naki Ziya Yaltırım’ın 96 yaşındaki kızı Rezan Kömürcüoğlu’yla en önden izlediğimiz bu filmde Sn. Jak Şalom’un sürpriz bir şekilde; “Değerli sinemaseverler! İyi akşamlar! Bugün size bir sürprizimiz var, aramızda Rezan Kömürcüoğlu hanımefendi var” anonsu üzerine kopan alkış fırtınası ve akabinde başlayan resim çektirme kuyruğunu görüp bu vefa seli üzerine ip gibi akan gözyaşlarımı mı (yazarken bile gözlerim doluyor) silmeye kalksam? Ya da düşündüren ve hüzünlendiren bu tabloya mı duygulansam?

Toplumun ilgisini sürekli canlı tutan, izleyicinin önünde yollar açan ve onu bilinmeyen âlemlere yolculuklara çıkaran, heyecanlandırıp şaşırtan, “bu ne bitip tükenmez bir enerjidir, bu nasıl bir üretkenlik ve yaratıcılıktır?” dedirten ustaların evrensel başarılarını mı alkışlasam?

Hüzünle sevinci aynı potada eriten, bitmesin diye beklenen, çocukluğa bakışı, gençliğe seslenişi, yaşamla yüzleşmeyi, hayatın önemli dönemeçlerinin altını çizmeyi görev edinen!  Bunu yeterli görmeyip ailevi, sosyal, ruhsal toplumsal çalkantıları göz önüne seren bu özel ve özenli seçimler için, küçük bir kenar notu yerine; hayatla sanatı buluşturan düzenleme komitesi için izleyicilerden gelen övgü dolu sözlere mi kulak verip aktarsam?

Yoksa sanatın gücüne, sanatın işlevine, ilgililerin özenine şapka çıkarırken beni asıl 12’den vuran, yüreğime dokunan ve beni asla terk etmeyecek olanlara mı değinsem?

Bilemedim. Bildiğim o ki: Bu festivalden geriye ya da sana ne kaldı derseniz? Yüreğime dokunan öyküler derim. Unutulan vefayı hatırlatan jestler derim. Filmlerin özünde var olan ve perdeden taşarak bizi etkisi altına alan dostluklar, yaşam dersleri, gurur duyulası sanatsal başarılar derim…

Yetinmem! Gözümde yaş, zihnimde iz, belleğimde dersler bırakan konuların, kahramanların ve ustaların özel yetenek isteyen geçişleri sırasında izleyiciyi alıp bir yerlere götüren çarpıcı kareler derim.

Yine yetinmem! Bazen hayatın, bazen ana-babanın, bazen koşulların, her zaman okulların dershane görevi gördüğünü unutmadan; “her biri hamurumuza farklı lezzetler katar ama sanatsal yolculuğun kattıkları hep daha kalıcı ve etkilidir” diye de ilave ederim.

Benim duygularıma gelince…

7 gece çok zevkli bir görev gibi koşarak gittiğim, nefessiz izlediğim, özel olarak ve özenle seçilen filmleri görsel ve işitsel bir şölen saydığım bu festivalden çok etkilendim. Gençliğimin film kahramanlarını görünce gözyaşlarımın yüzümü yıkamasına aldırış etmedim. Sanatsal birikimin, donanımın firesiz ve ödünsüz buluşması saydığım filmleri bilmem kaçıncı kez izlerken hiç sıkılmadım. Doğal, içten, birikimli, alçakgönüllü yeni dostlar- dostluklar kazandım.

Özetin özetine gelince: İzlenim ve görüşlerimi yansıtmaya çalıştığım yazımın sonunda; bazen ayakları yerden kesmek gerekir ki hayaller hayata geçsin derim. Bazıları bazı konuları dert edinmeli ki, “biz diyemeyen, bizim diyemeyen, hiçbir şeyi dert edinmeyenler” biraz utansın derim!

Nokta: Kalamış Parkı’ndaki alkışlardan Kadıköy’ün inlediği bu 7 gece için bende kalanları sıralamaya çalıştığım bu yazımla; Yiğidin hakkını yiğide teslim ederken, işe asılmanın, yaratıcılığın, çabanın özverinin başrolde olduğu bu düzenlemede emeğe geçenleri görkemli bir şekilde selamlamak istedim.

Not: Tunuslu yönetmen Selma Baccar’la yaptığım söyleşi ve ona ait “Kadınlar Koğuşu” adlı filmin değerlendirilmesi Cuma günkü yazımın konusu olacaktır…