BİLGİ ERİŞİMİNE ENGEL OLMAYAYIM AMA! HERHALDE İŞİN BİR DE "AMA"SI VAR... 

Bu satırların yazarı hem başlıktan yola çıkarak, hem hesaplı kitaplı yol alarak, konular arasında ilişki kuracak şekilde ilerlerken yoruma katılıp katılmamak, sorulara yanıt verip vermemek size kalmış. Yani karar da keyif de sizin!

Mesela akşamları ekranlardan bize seslenen, evimizin davetsiz konuklarını, televizyonların her konuda uzman olan mühim şahsiyetlerini izlerken insan kendini hiçbir sorunun olmadığı İskandinav ülkelerinde hissetmiyor mu?

Yine kurucusu oldukları partiden 18 yıl sonra ayrılanlara, yeni parti kurma kararında olan eski zevata; Kurumlardaki erimeyi, dağılmayı, bölünmeyi, çürümeyi, yıpranmayı görmek için bunca yıl beklemeye değer miydi diye sormak gerekmiyor mu?

Yönetimin sisteme ilişkin adına; güncelleme, revizyon, rötuş, değişim, onarım dediği bazı girişimler bi bakıma yeni bir pazarlama, parlatma, yıkama, yağlama, günü kurtarma, süreyi uzatma faaliyeti olarak görülemez mi?

Önce malumat, sonra talimat gerçeğinden yola çıkarsak; Önemli pek çok konu TBMM’de AKP ve MHP’ye takılırken, retçi ortakların oylarıyla bilgi verilmeden, gerekçe gösterilmeden gündeme bile alınmazken parmak hesabıyla oylanırken bunun sonu nereye varır diye taraflardan bir düşünen çıkamaz mı?

Mesela! Sarayın bütçesi 845 milyon liradan 1.6 milyar liraya çıkarılırken, halkın enflasyonu yüzde 56’yı aşarken, şekerden çaya, motorinden benzine her şey zamlanırken, bizim sümüklü bamyanın(!) kilosu 30 TL’ye tırmanırken sesi soluğu çıkmayanlar vicdani ve insani bir sorumluluk duyamaz mı?

Misal! Üniversite mezunları ortalarda işsiz aşsız dolaşırken, Kocaeli Müftülüğünde babaları amir, kızları yardımcısı olurken, yazılanlara inanmayanlar gazete sayfalarındaki haberlere bakıp gerçeği görürken, okun yaydan çıkması gibi bir sorun gündeme gelemez mi?

Kendilerine yüzde 40, emeklisine yüzde 5 zam yapanlar halkın adamı olup baş tacı edilirken, bu kişiler her zaman uygun, yeterli, müsait ve münasip bulunarak işgal ettikleri koltuklarda her daim kalabiliyorken, bunun adına gerçeklerin üstünü örtmek için yandaşı koruyup kollama denilemez mi? Anlamak zor…

Yaşanan ve yaşatılan açmazlarla boğuşup durduğumuz bugünlerde; Sıralanan örneklerde görüldüğü, içinizden de olsa geçirdikleriniz gibi, ya da tam da dediğiniz gibi ve dediğimiz nedenlerle soruları yanıtlamak ve anlamak zor…

İyisi mi cevaptan vazgeçip yeniden ve yine sorulara dönelim! Pek çok şeyin ben yaptım oldu mantığıyla hayata geçtiğine, ya da geçeceğine tanık olduğumuz günümüzde; İş başvurusundan sonra saniyeler adeta seneler gibi geçerken, kulaklar telefondan gelecek sese kitlenirken, her gün korku, endişe, gerginlik, belirsizlik, yürek çarpıntılarıyla seneler geçip giderken ömür geçip gitmiyor mu?

Yaşanan sorunlara, yanıtsız sorulara, umutsuz bekleyişlere her gün yenileri eklenirken, güvendiği yerlerden bile boş dönenler sık sık Pir Sultan’ın; “Dostun bir çift sözü üşüttü beni. Yüce dağ başında donmuşa döndüm” dizelerine sığınmıyor mu?

Ha bu arada! Anadolu Lisesini tekstil firmasına kiraya veren okul müdürleri mi dersiniz? Bir belediyede 9 ayrı araçla toplantılara katılan 9 ayrı müdürün bitip tükenmez araba sevdasından mı söz açarsınız? Tüm bunların yerel yönetimlere nelere mal olduğuna mı dikkat çekersiniz? Size kalmış!

Yine Muğla Dalaman’da 500 futbol sahası kadar alanın kül olmasına, 3 bin 500 dönüm ormanın yanmasına, 18 saat içinde 400 hektar alanın çöle dönmesine, börtü böceğin yanıp kavrulmasına mı acırsınız? Yoksa ilgili bakanın; “Can ve mal kaybı olmamıştır!” şeklindeki açıklamasına mı şaşarsınız? Bize kalmış.

Ve de ithalat, daralan iç piyasa karşısında üreticinin ne hale düştüğünü görürken, otomotiv sanayi yetkililerinin; “Kimse araba almıyor, sektör yüzde 75- 80 civarında daraldı” açıklamalarını dinlerken dalıp uzaklara mı gidersiniz? O da hepimize kalmış…

İyisi mi yazıyı bitirirken önümüze çıkarılan aşılmaz dağları unutup,  güncelin ve gündemin ötesine uzanarak bir gerçeğin altını soru işaretiyle çizelim. Tüm bunlar olup biterken geriye hüzünlü, eşit olmayan bir ülke hikâyesi kalmıyor mu?

Buna yanıt “evet” sanırım…