BU HAFTA NELER ÖĞRENDİK?
Yeni yıla gireli bir ay olmadan düşündünüz mü, ya da aklınıza geldi mi bu süre içinde neleri yeni duydum diye! Düşünmediyseniz işte bazı ipuçları…
4 bin gazetecinin işsiz olduğunu duyunca; “Siz habersiz kaldınız, biz işsiz kaldık.” diyen gazetecileri duymazdan gelebilir miyiz?
Büyük umutlarla okullarını bitirdikten sonra iş bulamadıkları için göçü düşünen gençlerin bu zor kararlarına ve çaresizliklerine kayıtsız kalabilir miyiz?
Hayallerini unutarak, ülkelerini bırakarak, umutlarını zorlayarak gurbet yollarına düşen gençlerin; “Hayaller Amerika, gerçekler Mozambik!” esprisine gülüp geçebilir miyiz?
Deneyimli, bilgi sahibi, işin uzmanı ekonomistlerin, ülkenin mali dengelerine ait teşhislerine, tahlillerine, tahminlerine, tespitlerine “yok canım sende!” diyebilir miyiz?
Halkın yüzde 29’unun lise, yüzde 16’sının üniversite mezunu olduğu açıklanan ülkemizde ve eğitimli gençliğin işsizlik oranının yüzde 20’lere ulaştığı günümüzde yönetim; “Üniversite sayısını 206’ya biz çıkardık, her ile üniversite açtık” şeklindeki böbürlenmelerine alkış tutabilir miyiz?
Ekonomik sorunlar nedeniyle son 5 yılda 1.1 milyon üniversite öğrencisinin okullarını bırakma zorunda kalmasını içimize sindirebilir miyiz?
Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde 9 aylık geçici işe 120 kişinin alınacağı duyulunca 5 bin kişinin başvurmasını, yine Şanlıurfa’da bin kişilik geçici iş için 44 bin kişi başvurunca kura çekiminin stadyumda yapılmasını, hayatın olağan akışı içinde izah edebilir miyiz?
“Paramız var ki ithalat yapıyoruz. Halkın alım gücü yükseldiği için et satışları arttı. Kırmızı et ithal ediyoruz ki halkımız kırmızı etten yoksun kalmasın.” Şeklindeki yüksek perdeden açıklamaları duyunca; “En son 1.5 yıl önce kırmızı et yemiştik” diyen işçi emeklisi Selahattin Sert’in açıklamaları karşısında, tabağımızdaki eti yutabilir miyiz?
Can yakan, can sıkan, iç acıtan olayların bile allanıp pullanarak, ustaca laflarla bağırıp çağrılarak, tatlı soslara bulandırılarak yutturulduğunu görmezden gelebilir miyiz?
Dış borç katlanarak artmış, küresel kriz kapımızı çoktan çalmış, köprü zamları vatandaşın canına tak demiş, iş kuyrukları sokaklara taşmış, yiyip içtiklerimizin yüzde 40’da kimyasal madde saptanmış, bunu açıklayan bilim insanına soruşturma açılmışken, gece gündüz plastik poşetle uğraşabilir miyiz?
Geçenlerde yazdım yineliyorum. Erkek öğrenci egosu; “Geçmem için kopya çekmem gerekiyordu!” diyerek genç bir bilim insanını hayatından koparmış. “Eee canım olur böyle şeyler, bunun adı kader, kısmet, yazgı, takdir-i ilahi, bahtı karalık, işin fıtratında var, şanssızlık olmuş!” deyip geçebilir miyiz? Ya da; Bunun adı gelinen noktadır, zihniyet değişimidir, yaratılan iklimdir, bireysel silahlanmaya gösterilen hoşgörüdür, televizyon dizilerinin verdiği mesajdır, internetten bile alınabilen kesici aletlerin güvenlik açığıyla beslenmesidir demez miyiz?
Aksi halde 2002’de ülke genelinde 59 bin kişi cezaevinde iken, bugün bu sayının 260 bin kişiye ulaşmasını başka nasıl izah ederiz? BM verilerine göre bu oranla dünyada en fazla ceza evi nüfusuna sahip 7.ülke olmuşuz…
Gelelim hüzne gömülmeye ya da hüznü onarmaya…
Bir yanda imkanı olan, imkan bulanların yurtdışına gittiği bir ülke (kaçtığı mı demeliydim?). Diğer yanda TÜİK verilerine göre yaş aralığı 25-30 olan 253 bin 640 kişinin 2018 yılında ülkesini terk ederek, gittiği yerde öksüz ve köksüz olmayı göze alan genç insanlar.
Bir yanda emeğinin karşılığını alamayan bulamayanlar, diğer yanda adalete olan güvenini tümüyle yitirenler. Bir yanda demokrasi kavramının içinin boşaltıldığına tanıklık eden milyonlar, diğer yanda ağzını açanın terörist ilan edildiği bir anayasal düzen! Bir yanda arkası olmayanın işe giremediği hakça (!) bir sistem, diğer yanda sanatın, sanatçının, aydının başına gelenler.
Bir yanda “umut Kaf Dağı’nın bile ardında değil, insanlar göçmeyip de ne yapsın!” diyenler, diğer yanda TÜİK verilerine göre 2018 yılında ülkesini bırakıp gidenlerin oranı yüzde 42’ye ulaşınca New York Times Gazetesi’nin; “Göçün nedeni kayırmacılık ve otoriterleşmedir” şeklinde attığı manşet! Bu durumda ülkeyi yönetenlere düşen görev; “Hainler niye gitmesin, giderse gitsin, alalım biletlerini yollayalım” olmamalı. Neden gidiyorlar sorusuna acilen yanıt aramak olmalı…
Toparlarsam eğer! Göçün ve ülkece yaşanan sıkıntıların boyutlarına bakınca her konuda yapılan zamansız zafer kutlamalarının artık bir işe yaramadığını, nefret dili ve kutuplaştırmanın sonuçlarının nelere kadir olduğu ortada!
Özetle yapılacak şey; Yerli yabancı fark etmez, her zaman okunan ve okunacak olan yazarlardan birini seçerek, bazı yazarları yine ve yeniden okumak! Okurken de sık sık nasıl da bizi anlatıyor değil mi demek! Sıklıkla molalar verip başkalarıyla paylaşmak, paylaşırken de alıp olay mahalline götürmek, yer yer anne yüreği, bazen baba ciddiyeti, her zaman aydın profili çizen yazarlar sayesinde merak ettiğimiz sorulara yanıt bulmak, nefes almak. Bu aşamada başka çare yok…