GELENE de, GİDENE de BEN KARAR VERİRİM…
Ülkeleri yönetmenin, uluslararası diplomasinin her kademede olmazsa olmazları vardır. Örneğin politik vitrin önemlidir, siyasi podyumda boy göstermek zordur. Giysiden kullanılan dile, uzatılan elin dozundan, oturma düzenine, bilgi birikiminden beden diline, yabancı dilden diplomalara kadar hepsi önem taşır, yol ve kapı açar, ya da kapıları kapatır. Süreç içinde gençlik gibi makamlar da zamana direnemez yorulur, yıpranır. Ha bu arada açtığı kapılar bir daha kapanmayan, hep ışık saçan liderler vardır kuşkusuz kutlanası projelere imza atan, ülkelerinin kaderini değiştirip hiç unutulmayan, adını dağa taşa, arşive, yüreğe sonsuza kadar yazdıran…
Tabii ki yoksulluk, cehalet, umutsuzluk kıskacındaki insanlara el uzatırken planlamayı iyi yapmak şarttır. Kuşkusuz ki borçları boyunu aşan, kasaları tam takır olan belediyelerde istediğine “yap” diyen, istemediğine “dur” diyen bir anlayışın tarafsızlığı sorgulanmalıdır.
Tabii ki bazı sorular sorulmalıdır! Örneğin kurumlarda amaç; İşin yapılması mıdır, yoksa “benden değil, puan toplamasına gerek yok” diye engel olup yolu tıkamak mıdır? Soruyu tekrar edersek; Amaç ülkenin sorunlarını aşmak mıdır? Yoksa bunun adı yeni formüller bularak yola devam etmek, işleri askıya almak, yine ve yeniden çıkış yolu bulmak, geçici rahatlama tedbirleri alarak günü kurtarmak, kurum ve kişileri topal ördek konumuna sokarak işleri aksatmak mıdır? Önce buna karar ve bu soruya “amasız fakatsız” yanıt vermek gerekir.
Ancak bilinmelidir ki; Yetkileri tek elde toplayan, yönetim kademelerindeki tüm yetkileri kısıtlayan, eli kolu bağlayıp iş yapamaz hale getiren bir anlayışla yola devam etmenin zorlukları hep vardır, örnekleri ve sonuçları hep ortadadır.
Mesela Yeni Türkiye’nin son yıllardaki sembolü “beton” olmuşken, betonla ilgili tüm işleri yüksek tepelere bağlamak neyin nesi, kimin fesidir? Kamu arazilerinden turizm yatırımı yapmak için tahsis izin yetkisine, ihale bile yapmadan istediği kişiye verme ayrıcalığından ülkeyi tek elden her konuda yönetmeye kadar pek çok konuyla birebir ilgilenmek fazlaca ağır bir yük sayılmaz mı? Bu kadar işin altından bir fani nasıl kalkabilir?
Yine Devlet Arşivlerinden, Diyanet İşlerine, Genelkurmaydan MGK’ya, Milli Saraylardan Savunma Sanayi Başkanlığı’na, Türkiye Varlık Fonu’ndan Devlet Tiyatrolarına, YİK’ten Opera ve Baleye kadar bir yönetici omuzlarına bu kadar mı yük alır? Buna partisinin yorucu ve yoğun genel başkanlığını da ekleyin, insan bunca yükü nasıl kaldırır? Partisinin yetkili kurulları ve aile efradı bu konuda ne der, ne düşünür?
Yazı okunurken bu sıralamalara “ama” diyen olursa! Evet, işin bir de “ama”sı var! O da şu; Demokles’in kılıcı gibi “ne yasası, ne anayasası?” diyen biri tavırla işler yürütülmeye kalkılırsa, tam da burada durup sormak gerekir! Hizmet aşkı bu mudur? Ülke, millet (ümmet mi demeliydim?) ve İstanbul sevdası bu mudur? Ülkenin yarısını karşısına alarak tarafsız yönetim sağlanır mı? El uzatmak varken, ustaca kullanılan dil her kapıyı açarken dışlayan, ötekileştiren dil, eski yol ve dava arkadaşlarını da kopma noktasına getirdiğine göre ortada bir sorun yok mudur?
Şimdi keyif kaçırmak pahasına da olsa son bir örnekle noktayı koyalım!
Halka daha iyi hizmet edebilmek için maaşlarını artıran, gelen eleştiriler üzerine evlere şenlik açıklamalar yapan (aldığım parayı burs ve yardım olarak dağıtacağım!) diyen eski siyasilerden biri “edepsizleşmeyin” dedi ya! İnsan sormak istiyor; Biz millet miyiz, tebaa mıyız, kul muyuz, yurttaş mıyız, halk mıyız, eşit miyiz yoksa kendileri gibi ayrıcalıklı olmadığımız için hakareti hak eden miyiz?
Uzun lafı kısaltarak toparlarsam; Siz güzel güzel bağırın! Biz susalım öyle mi? Ne iyi!