KONULAR ŞAHANE! KONUŞANLAR DAHA da ŞAHANE!
Kasım ayının önemli günlerini atlamadan yazdığımın sıkı okurlarım farkındadır zaten! Gerek 10 Kasım’da çıkan “Özgeçmişimdeki Atatürk”, gerek 24 Kasım’da yayınlanan “Başöğretmenim ve Öğretmenlerim”, gerekse 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olan 25 Kasım’da kaleme aldığım “Emriniz Olur” başlıklı yazılarıma gelen iletilere baştan ve peşinen teşekkürlerimi sunarım.
Hal böyle iken 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü’nü atlamak olmazdı. (okurlarım da hatırlattı zaten) Aralık ayının ilik haftasına girmemize rağmen konunun ayrıntılarını uzmanlarına bırakarak birkaç istatistiki bilgi vermekle yetineceğim. Çocuk hakları karnemiz ne yazık ki pek çok konuda olduğu gibi iç karartıcı. Tutuklu çocuk sayımız 3 bin, tacize ve istismara uğrayanların sayısı 30 bin dolayında, sokaklarda yaşayan çocuk sayısı 50 bin, çocuk işçi sayısı 1 milyona yakın, oyuncak bebek yerine kendi bebekleriyle oynayanların sayısı 200 bin! Evden okula, güvenlik güçlerinden sokağa taşan dayak ve şiddet oranına girmiyorum, daha doğrusu elim varmıyor, yüreğim kaldırmıyor…
Gelelim beyin göçüne!
Yapılan geniş çaplı araştırmanın sonuçlarına göre; ülkeden göç edenlerin oranı yüzde 63 artmış. Yurtdışına giden her 5 kişiden ikisi 20- 34 yaş aralığında. Daha çok eğitimli ve kentli olanlar gidiyor. 2016 yılında giden 24 bin kişinin binden fazlası mühendis. 2017 yılında 13 bin iş insanı ülkeyi terk etmiş. Nitelikli insan göçü nedeniyle ülkemizin kaybı 220 milyar TL’yi bulmuş. Buna göre ve özetle, yurtdışına göçte rekora koşuyoruz. Göçün ciddi maliyeti var, yönetim; nitelikli insanı göçe zorlayan yanlı ve yanlış politikalarından vaz geçmediği sürece; Ülkemiz öz kaynaklarını ve yetişmiş insan gücünü kaybettiği gibi, bu öyle kürsülerde yüksek perdeden bağırarak; ayda bu kadar para vereceğiz, çoluk çocuğunuzu sigorta yapacağız demekle çözülecek gibi değil!
Gelelim madalyonun diğer yüzüne.
Göstermelik kutlamalarla, klişe sözlerle, içi boş laflarla bir 24 Kasım’ı daha geride bıraktık. Kıyas adına birkaç örnek verip yazıyı sürdürelim. Lüksemburg öğretmenine yılda 122 bin dolar ödüyor. İsviçre 84 bin dolar maaş veriyor, Güney Kore’de bu rakam 79 bin doları buluyor. Bizde yılda 9403 dolar alıyor öğretmen! Ülkemizdeki 1 milyon 30 bin öğretmen ekonomik zorluklarla boğuşurken, 97 bin öğretmen açığı varken, günün kahramanları şunları söylüyor;
“Maaşlarımız düşük, saygınlığımız az, borçlar nedeniyle motivasyonumunuz yok. Temel gıda maddelerinde bile kısıntı yaptığımız için çocuklarımız yeterince beslenemiyor. Kılık kıyafet ihtiyacı, eğitim masraflarını dahi karşılamakta zorlanıyoruz. İyi bir işi bulursam çok sevdiğim mesleğimi bırakabilirim, görevden alınma kaygısıyla psikolojik sorunlar yaşıyorum. Gelecekten umutlu değilim, öğrencilerimi örnek olacak bir giysi alamıyorum. Kredi kartı borçlarım beni zorluyor, son 1 yıl tiyatroya gitmedim, ek iş yapıyorum, okul idaresinin siyasi baskısını hissediyorum. Yaz tatillerini ailemle birlikte köyde geçiriyorum. Kitap bile alamıyorum.”
Milletin canı artan zamlar ve artarak süren işsizlikle, kadınların canı kafası bozulan erkeklerin tekme ve bıçak darbeleriyle fena halde yanarken damat bakan; “Bugün geldiğimiz noktada, elhamdülillah o kadar demokratik bir ortam var ki” açıklamasını yapıyor. Eski AKP’li vekiller eğitimlerine, deneyimlerine bakılmaksızın rektör ve büyükelçi olarak atanıyor.
Bu durumda da insanın aklına yukarıda sıralananlar için bunu nereye koyacağız, ya da bunu nereye koyacaksınız gibi sorular geliyor!
Bazıları hesapta olmayan hayallerinin peşinden giderken (büyükelçi ya da rektör yapılarak), bazıları isteyerek, dileyerek seçtiği mesleği dahi yapamıyorsa, artık şapkayı önümüze koymanın zamanı gelmedi mi, ya da geçmiyor mu demek geliyor!
Kızılderililer der ki; “Çok hızlı gittik, ruhlarımız geride kaldı.” Kimin çok hızlı gittiği, kimlerin çok gerilerde kaldığı artık çok netleşen günümüzde keşke herkesin elinden tutan birileri olsa da, hayaller ve ruhlar geride kalmasa diyorum…
Kendisini her şeyden sorumlu sayan ve sananlar! Pahalılık, işsizlik, maaşların azlığı, gelecek endişesi toplumsal ve bireysel huzursuzluğu artırıp göçe zemin hazırlamıyor mu? Ne dersiniz?