ANALİZ
BAHÇELİ SORUNU ÇÖZDÜ DİĞER PARTİLER de SIRAYA GİREBİLİR
Medyada iri başlıklarla yer almadı. Ancak bir dayatma ile getirilen “başkanlık sistemini” en iyi özetleyen siyasetçi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli oldu. Bahçeli AKP ile yürüttüğü ittifak görüşmelerini eleştirenlere yönelik olarak “Bunlar barajın yüzde 50 artı 1'e çıktığını hâlâ fark etmedi” dedi. Bahçeli yüzde yüz haklı. Artık Türkiye'de tek seçim var. O da başkanlık seçimi. Gerisi amiyane tabirle hikâyedir. Ya en az yüzde 50 artı bir oyu alarak başkan olacak ve ülkeyi yöneteceksiniz ya da yönetilen olacaksınız. Bunun başka yolu yok. Yeni rejimde parlamento var gibi görünmekle birlikte işlevini tamamen yitirmiş durumda. Demokrasi, hukuk, insan hakları ve özgürlükler askıya alınıyor. Parlamentoya kaç kişi ile girerseniz girin başkanı devirmeniz veya denetlemeniz mümkün değil. Seçilecek kişi o kadar güçlü olacak ki seçildiği partiye bile ihtiyacı olmayacak. Bundan en çok etkilenecek olanlar ise tek başına iktidar şansı olmayan siyasi partiler. MHP başkanı Bahçeli ne yaparsa yapsın kendisinin ya da partisinden birinin başkan seçilemeyeceğini biliyor. Yeni dönemde yüzde 10 barajını aşarak hiçbir işe yaramayacak olsa bile parlamentoya giremeyeceğinin de farkında. Ancak ne olursa olsun kendisini destekleyen bir kitlesi var ve bu kitleye umut, aş, iş vermek zorunda. Bahçeli'nin bildiği bir başka gerçek de şu; Mevcut durumda hele İYİ Parti'nin ortaya çıkmasından sonra eski parlamenter sistem devam etse bile artık MHP yok. MHP olmayınca arta kalan MHP'lilere verilecek hiçbir şey de yok. Oysa AKP ile yapılacak bir ittifak sonucu, birincisi yüzde 1 oy alsa bile sembolik olarak parlamentoya MHP'li bir grup girebilecek. Erdoğan başkan seçilmesini kolaylaştıracak olan MHP'ye başkan yardımcılığı, bakanlık, devlette önemli kadrolar verecektir mutlaka. Aynı şekilde MHP'ye yakın işadamları, müteahhitlere de bir parça avantaj sağlanacaktır. Böylelikle Bahçeli eski sistemde kalınsa bile asla göremeyeceği bir ikbali AKP ile ittifak sayesinde görecektir. Bu açıdan bakınca “Bahçeli en uyanık çıktı” diyebilirim ki bu yakında diğer partilere de sirayet edebilir. Zaten Büyük Birlik Partisi gibi yüzde 1'in bile altındaki bir parti bile hemen “ben de ittifaka varım” dedi. Saadet Partisi şimdilik uzak gibi duruyor ama bir süre sonra tabanı “Ne diye didişiyoruz ki, birlik olursak bu bize de çok yararlı olmaz mı” diyerek genel merkeze baskı yapabilir. HDP çok aykırı gibi görünse bile parlamento seçimlerine ağırlık verip bazı tavizler karşılığında başkanlık için oyunu Erdoğan'dan yana kullanabilir. Seçilen yeni eş başkanlardan birinin “yetmez ama evetçi” eski bir Erdoğan destekçisi olduğu düşünülürse bu pazarlığın çoktan bitirilmiş olduğunu bile varsayabiliriz. İYİ Parti'nin de son aşamada “Tümüyle devre dışı kalmayalım” demesi kimseye sürpriz olmaz herhalde. Bunlara olmaz demeyin, bal gibi de olabilir. Şu anda galiba siyasetle uğraşanların da bir bölümü farkında değil ama yeni sistemde “başkandan başka” kimse olmayacak. Başkan olacak ve başkana biat ederek sistemden yararlananlar olacak. Küçük partilerin havlu atması ve giderek başkanın müritleri haline dönüşmesi asla şaşırtıcı olmayacaktır.
KAFAMI BOZAN ŞEYLER
AKLIMIZLA BU KADAR OYNAMAYIN
İktidar partisinin sözcüsü Mahir Ünal hemen her gün konuşuyor. Sözleriyle partisinin diğer büyüklerini hiç de aratmıyor. İşte Ünal'ın son konuşması şöyle; “Ana haber programlarını 30 dakika izleyin, zannedersiniz ki bu millet, hırsızlıktan, tacizden, bu millet çocuk istismarından, çirkin işlerden başka sanki hiçbir şey yapmıyor gibi yarım saat içerisinde ne hale gelirsiniz? Kendinizden ve milletinizden nefret eder hale gelirsiniz.” Peki, nasıl haberler verilmeli? Mahir Ünal'ın sözlerinden anladığım kadarıyla olumsuz haberler yerine iktidarı öven haberler verilmeli. Afrin'de destan yazan Türkiye'nin böyle haberlere ihtiyacı var. Öyle hırsızlık, taciz, çocuk istismarı gibi şeyler her yerde oluyor. Bunları yayınlama, başını sok kumun içine, herkes rahat edecek o zaman. Gelelim Mahir Ünal'ın bir tür sansür isteyen açıklamasının gerekçesine. Mahir Ünal'a göre meğer uyuyan dev uyanıyormuş, medya da buna saldırıyormuş. Şöyle diyor Ünal “Peki niye yapıyorlar bunu? Uyuyan dev uyandı şimdi onun öz güvenine saldırıyorlar. Onun erdemlerine, onun ferasetine, onun cesaretine saldırıyorlar. Biz bunun farkındayız. Bunun farkında olacağız. Sakın ola ki bu kahraman milletle ilgili asla bir şek ve şüphe oluşmasına müsaade etmeyin.” Yahu Allahaşkına, bu açıklamaları yapmak için çok düşünüyor musunuz? Milletin aklıyla bu kadar oynamaya hakkınız yok ki.
DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER
ÇÖZÜLMESİ HATTA KONUŞULMASI SIKINTILI BİR PROBLEM
Afrin operasyonunun ilk şehidi Musa Özalkan devletin bütün üst düzey isimlerinin katıldığı dev bir törenle son yolculuğuna uğurlanırken “vasiyetim” dediği telefon mesajı da milyonları ağlatmıştı. Çünkü Şehit Piyade Üstçavuş Musa Özalkan şunu diliyordu; “Vasiyetimdir. Şehit olursam Kurt-ar Derneği aracılığı ile Telafer'deki Türkmen Bala'lar (çocuklar) için anaokulu, kreş veya kültür merkezi, devletin bana vereceği paradan yaptırılması ve ismimin konması. Reis vasiyetimdir, aileme iletirsin. Telefonumdan gelen mesaj kayıtlı dursun şahit olsun.” Ancak kamuoyu önceki gün ilk şehidimizin maaşına haciz konması talebiyle sarsıldı. Sözcü Gazetesi'nde haber yayınlandıktan sonra sosyal medya kelimenin tam anlamıyla “yıkıldı” vatandaşlar bu vefasızlığa tepkilerini dile getirdi. Sonunda Adalet Bakanlığı da harekete geçti. Haciz talebinde bulunan avukatla ilgili suç duyurusu yapıldı. Şehit Özalkan'dan alacaklı olan aile ise bundan tamamen vazgeçtiğini açıkladı. İşin aslı şu; Şehit astsubayımız aracıyla bir kaza yaparak bir başkasının aracında ciddi hasara neden olmuş. Mahkeme sonunda Özalkan 109 bin lira tazminata mahküm edilmiş. Bu paranın tahsilâtı için de şehidin maaşına haciz konmuş, her ay belli bir miktar bu maaştan ödenmeye başlamış. Özalkan şehit olunca alacaklı ailenin avukatı kalan borcun tahsilâtını sağlamak için yeni bir başvuru yapmış. Buraya kadar dünden bu yana okuduğumuz dinlediğimiz haberleri kapsıyor. Şimdi gelin olaya bir de tersten bakalım. Bir kişi herhangi bir nedenle bir kişi ya da kuruma borçluysa, şehit olması halinde bu borcun takibi yapılamaz mı? Şehit olan kişinin kendi özelinden kaynaklanan sorunları nasıl halledilecektir? Konuya duygusal baktığımızda “Şehidin borcu için maaşına haciz gelir mi?” söylemi çok prim yapıyor elbette. Oysa o kişi şehit olmasa borcu ne olursa olsun kimseyi ilgilendirmiyor. Duygusal açıdan bakıldığında şehidin maaşına haciz konması hepimizi derinden yaralıyor. Ama bu tür durumlarda ne yapılacağını önceden karara bağlamamız da gerekmiyor mu? Örneğin bir kişi şehit olduğunda varsa banka, kişi veya kurumlara olan borcunun devlet tarafından üstlenilmesi düşünülemez mi? Sonuçta şehit olan bir asker ya da polisin borcu ne kadar olabilir ki? Milyonlarca dolar borçlanacak hali yoktur. Oysa olsa Afrin'deki ilk şehidimizin borcu kadar borcu olabilir. O halde sorunu kamuoyu önünde duygusal hale getirmemek, alacaklı olanları da bir tür lince uğratmayacak biçimde buna bir çözüm bulunmalı.
MERAK ETTİĞİM ŞEYLER
GALATASARAYLILARA BİR SORUM VAR
Daha önceden sanıyorum biliyorsunuz, şike olayından bu yana futbola olan ilgim azaldı. İyi bir Fenerbahçeli olarak iki üç haftada bir “Durum nedir?” diye bakıyorum o kadar. Maçların neredeyse hiçbirini izlemiyorum bir iki yıldır, sadece Fenerbahçe Galatasaray maçlarına denk gelirsem biraz izliyorum. Dünkü gazetelere bakarken Fenerbahçe'nin Başakşehir'i yenmesi üzerine “Eğer bu gece Galatasaray galip gelirse lider olacak” başlıklarını görünce çok şaşırdım. Çünkü Galatasaray'ın en tepeye oynağını bilmiyorum. Bu tabii tamamen benim bilgisizliğim. Ancak spor haberi olmaktan çıkıp bir ülke sorunu haline getirildiği için Galatasaray'ın teknik direktörü Tudor'un gönderilip kurtarıcı olarak yerine Fatih Terim'in getirildiğini hatırlıyorum. O sıralar Galatasaray'ın çok kötü durumda olduğunu, bırakın şampiyonluğu Avrupa maçlarına bile gidemeyeceğini sanıyordum. Meğer öyle değilmiş. İşte bu nedenle Galatasaraylı dostlarıma sormak istiyorum. Tudor ne yaptı da “Takımı batırıyor, mahvolacağız” çağlıkları ile gönderildi? Ya da Tudor'un ne yapması lazımdı da yapamadı ve Terim getirildi?
Bİ SORALIM BAKALIM
İKİSİ BİRBİRİNİN DENGİ mi SAYILIYOR?
Amerika Başkanı Trump'ın ulusal güvenlik danışmanı McMaster İstanbul'a geldi ve bizim sarayın danışmanlarını ve sözcüsü İbrahim Kalın'la bir görüşme yaptı. Görüşmeden sonra yapılan açıklamalarda klasik diplomatik söylem dışında kayda değer bir nokta yoktu. Ancak açıklamalar dikkatli okunduğunda diplomatik dile rağmen iki ülke arasındaki gerginliğin artarak sürdüğü anlaşılıyor. McMaster öncü güç olarak geldi Türkiye'ye. Asıl görüşme Katar ve Mısır gezisinden sonra Ankara'ya gelecek olan Amerikan Dışişleri Bakanı Tillerson ile yapılacak. Burada anlamadığım şu; McMaster resmi tek görüşme yaptı o da saray danışmanı İbrahim Kalın'la oldu. Bu durumda Amerika'nın ulusal güvenlik danışmanının Türkiye'deki muhatabı İbrahim Kalın oluyor. Demek ki İbrahim Kalın'ın ulusal güvenlik konularındaki bilgisi ve yeteneği çok fazla. Tabii “abartma, bu siyasi bir görüşme, McMaster Beyaz Saray adına geldi, İbrahim Kalın da Erdoğan adına konuşuyor” denilebilir. İyi de Mcmaster halen Amerikan ordusunda görevli bir korgeneral. Şu andaki görevi siyasi olmakla birlikte askeri konuda uzmanlık da gerektiriyor. Başkanın seçimi de bu nedenle zaten. Türkiye'de ise en çok uzmanlık gerektiren bir konu sarayın siyasi danışmanı eliyle yürütülüyor. Bundan bir gariplik yok mu?
https://twitter.com/can_atakli_