ÇEVRE DENİNCE; SİYASİ, KİŞİSEL, MESLEKİ EGOSU SINIR TANIMAYANLARIN DİKKATİNE! (1)

Bu yazı dizisi Dipsiz Kuyu’ya hortumla su doldurulduğu için, 15 termik santralin bacaları çevreye zehir püskürtmeye, doğal yaşamı katletmeye, cennet vatanı cehenneme çevirmeye devam etsin diye süre uzatıldığı için, çok az vekille toplanan TBMM, 2.5 yıl daha santrallere baca filtresi takmadan faaliyetlerini sürdürme izni verdiği için kaleme alındı.

Bu yazı; Ülkemizin ve dünyanın sorunlarından kendini sorumlu tutan ve bunu gündemine taşıyıp gücünü birleştirenler, geçmişle, gelecekle, bugünle, çevreyle, doğayla derdi olanlar, kararlı, yürekli, tutarlı duruşlarıyla elini taşın altına cömertçe sokanlar, doğal kaynakları ve kültürel mirası koruyup kollayanlara teşekkür için yazıldı.

Hele de hesaplı hesapsız adımlarla doğayı yaşanamaz hale getirdiğimiz ülkemizde; çevreye verdiğimiz kalıcı rahatsızlıktan ötürü özür bile dilemediğimiz ortada iken! Hele de düzensiz, özensiz, izinsiz yapılaşma alıp başını gitmişken, her yer beton, her yer bina, her yer AVM iken! Hele de insanlar için depremden kaynaklanan hüzün ve kaygı vakti gelip çatmışken! Ve üzerine beton yığarak bozduğumuz toprak- hava- su dengesi içinde soluk alamazken niye daha sık yazılmasın diye düşünüp sütuna yatırıldı. Özetle havamız parçalı bulutlu, sularımız alüminyumlu, denizlerimiz atık yüklü iken dumanı hep tüten bu konu yazı dizisi olarak kurgulandı.

Efendim! Her şeyi tüketiyoruz hem de acımasızca. Çevreyi, doğayı, denizleri, havayı, suyu, geleceği, ülkeyi ve giderek insanlığı! Sonra da; Nice dostluklara ve nice düşmanlıklara tanık olan bu kadim topraklarda; yok artık dedirten bir ısrarla her şeyi yerle bir ederken; üşüten, acıtan, dürten, isyan ettiren geri dönüşlere şaşarak bakıyoruz. Ne yaman çelişki değil mi? Şimdi dilimin döndüğünce, “geçmiş, hal- gelecek” bağlantılı çarpıcı başlık ve örneklerle konuyu açma zamanı...

Tabii ki; Sorun iklim değişikliği değil, iklim krizi iken; konunun ekonomik, politik, endüstriyel, bilimsel, teknolojik, toplumsal açılardan ele alınıp irdelenmesi gerekir.

Tabii ki; Dağlar, ormanlar altın aramak için yerle bir edilirken, 1500’e yakın define arama izni verilip hiç bir şey bulunamazken, ırmaklarımız, akarsularımız zehirlenirken, içecek suyumuz, soluk alacak havamız tüketilirken, doğal ve yaban hayat yok olurken, biz canlılar hava yerine zehir solurken bu konuyu savunmak ve sahip çıkmak ülkeyi, dünyayı, insanlığı ve doğayı savunmak anlamına gelir.

Tabii ki; Bireysel duyarlılık ve toplumsal girişimler sonucunda; Bir ağaç eksik kesilirse, biz az da olsa görevimizi yapmış sayılırız. Tabii ki ağaçların can, hayvanların ve insanların canlı olduğunu, can gidince canlıların da gideceğini unutmamalıyız! 40 yılın hatırı olan binlerce kahve deyimi dilimize yerleşmiş ve yapışmışken; bizi doyuran, besleyen, büyüten bu toprakların hiç mi hatırı yok diye sık sık sormalı, sorgulamalıyız? Ve tam da burada; “Benim sadık yârim kara topraktır!” diyen Âşık Veysel’e görkemli bir selam çakmayı unutmamalıyız!

Söz buraya gelmişken siz okurlarımı doğup büyüdüğüm topraklara ve çevre gerçeğiyle ilk karşılaştığım, yüreğime ilk çevre bilincinin kazındığı okul yıllarıma götürmek istiyorum.

Kars’tayım. Almanya’ya işçi olarak giden pek çok hemşerimiz var. Çocuklar memlekette nine ve dedelere emanet edilmiş! Sınıfımızda o yıllarda bize çok uzak gelen, bir mahrumiyet bölgesi olarak bulamadığımız, alamadığımız ama çocuk aklımızla çok özendiğimiz botları, montları giyen, kocaman sırt çantaları olan, içine çikolata doldurup gelen arkadaşlarımız var.

Bir gün o arkadaşlarımızdan biri elinde yine bir çikolatayla geldi, bize göstererek yemeğe başladı. Sınıfın iri kıyım delikanlılıklarından biri de dayanamadı gitti onu itip kakarak elindeki paketi aldı başladı yemeğe! Biz bir ona, bir diğerine ağzımızın suyu aka aka bakarken teneffüs bitti, ders başladı.

Ertesi günü sınıfa girdiğimizde, bir gün önce elinden çikolatasını kaptıran arkadaşımızın kara tahtaya büyük harflerle şunu yazdığını gördük!  “Değil mi ki Alman kirletiyor, babam temizliyor!”

Bu çok yalın, çok sade, çok net ifade; bir özeleştiri miydi, bir açıklama mıydı, bir yakınma mıydı, babaya duyulan özlem miydi? Diye düşünürken, annesi Alman babası Türk olan bir sınıf arkadaşımız yerinden fırlayarak, tahtaya geçip, yazının üstüne bir çarpı çekip, şunları yazdı; “Alman, kirletmez, o doğaya ve çevreye saygı duyar!”

“Doğa- çevre, saygı” bu üç sözcük üzerinde günlerce tartıştığımızı, beynimizde ilk kıvılcımların parladığını, montu- botu- çikolatayı, sırt çantasını unutup bu konuya kafa yorduğumuzu unutamıyorum. Konuyu derslere taşıdığımızı, öğretmenlerimizin bir kısmının son derece duyarlı olduğunu unutamıyorum! Evde ve sokakta sıkı bir çevreci kesildiğimi unutamadığım gibi…

Son aylarda yönetimlerin umurunda olmasa da; Yeni Zelanda’dan Avusturalya’ya, Fransa’dan Hollanda’ya, Almanya’dan İngiltere’ye, İsveç’ten Kaz Dağları’na çevrecilerin küresel ısınmaya karşı çıktığı bir gündemle karşı karşıya olduğumuzu görünce bu çocukluk anımı hatırladım ve paylaşmak istedim.

Tabii ki; Bu soruna dikkat çekmek adına bizde de, küçüklü büyüklü toplantılar yapılıyor, “Denizler kirlenmesin! Yeşil tükenmesin! Gökovalar, Kazdağları ölmesin! Bu güzel memleketin dağı bayırı çoraklaşmasın!” şeklinde sloganlar atılıyor diye çevrecilerle kolluk kuvvetleri arasında biber gazlı coplu -olaylar yaşanıyor!

Ancak her şeye rağmen, doğduğumuz, doyduğumuz bu topraklara borcumuz varken, buralara yeşil, mavi, sarının her tonu, börtü böcek yakışırken şimdi kalkıp doğayla, çevreyle, toprakla bu savaş niye diye sormayalım mı? Ülkede ve dünyada çıkarlar için doğa katliamı yapanlara, sağlığımızı tehlikeye atanlara, bizden sonraki nesillere daha riskli- daha kirli bir dünya bırakanlara bunun hesabını sormayalım mı?

Küresel ısınma için bilim insanları acilen kömürden vazgeçilmeli çağrısı yaparken, tarımda kullanılan kimyasalların hem tüketiciyi hem doğayı yaşanmaz hale getirdiği bilinirken, zaman daralırken, “zehirsiz sofralar- zehirsiz yarınlar” demektir diye yüksek perdeden konuşmayalım mı?

Not: Bu yazı dizisinin devamını Çarşamba günü okuyacaksınız…