CİNAYETTEN CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİNE BİZDEN HABERLER! (1)

Bu yazıma geçen hafta e-postama düşen iki araştırma sonucu ve üzerine yapılan açıklamalar esin kaynağı oldu. İlgisiz ve duyarsız kalamazdım, kalmadım…

Yapılan araştırmalara göre ülkemizde kadın başına düşen çocuk sayısı ortalama üç olduğuna göre, bir kadın şiddet görünce en azından üç çocuk olumsuz etkileniyor mu? Evet. Aynı sorunun diğer yanı olarak insanın aklına şu soru takılıp çengelini geçiriyor mu? Hem de nasıl! Ülkemizde kadına yönelik şiddet her geçen gün artıyor mu? Yoksa hep vardı da şimdi mi görünür oldu? İrdeleyelim…

Bu konuda tabii ki sosyal medyanın gücünü, bazı basın yayın organlarının ve yazarların duyarlılığını, STÖ’lerin çabasını gözardı edemeyiz. Ancak işin bir başka önemli ve değerli yönü var ki o da şu; kadınlar artık şiddete boyun eğmiyor, dayağa katlanmıyor, sesini çıkarıyor, yardım talep ediyor, canı pahasına da olsa kurtulmak için çaba harcıyor. Ancak hala duyulmayan, görülmeyen, sesi çıkmayan sayı da azımsanmayacak kadar çok!

KAMER, konuya dikkat çekmek adına 1996 yılında “kadına şiddet!” konulu bir araştırma yapmak için 23 ilin kırsalında 271 bin kadınla hane ziyaretleri yaparak yüz yüze görüşüyor. Deneklerin yüzde 95’i dayağı kadın olmanın doğal bir parçası sayarak, engellenemeyeceğini savunurken, yüzde 92’si şiddet görüyorum diyor, yüzde 73’ü ses çıkaramıyorum diyor, yüzde 68’i korkuyorum diyor. Daha sonra 2018 yılında yapılan saha çalışmalarında kadınların yüzde yüze yakını; “haklı şiddet yoktur, şiddete boyun eğmeyeceğiz” şeklinde konuşuyor.

Dünden bugüne kırsaldan kente değişen ne diye bakarsak? Bilinçlenen, hakkını arayan, STÖ’ler aracılığıyla sorunları ele alınan ve çözüm aranan kadınlar görürüz.

Bu bağlamda tabii ki işin erkekler,  çocuklar ve yargılama açısından da masaya yatırılması gereğini ve gerçeğini göz ardı edemeyiz. Tabii ki kadın başkaldırdıkça, onun cesaretini kırmaya, şiddetin dozunu ve çeşitliliğini artırmaya kararlı, kadın üzerindeki hakkının hiçbir zaman sona ermeyeceğini düşünen erkeklerin varlığını ve çokluğunu görmezden gelemeyiz. Hele de kurtulmak için çaba harcadıkça öldürülen kadınların sessiz çığlığı kulaklarımızda her an yankılanırken…

Kuşkusuz ki anneleri gözleri önünde, en çok da babaları tarafından öldürülen çocukların yaşam boyu taşıyacakları acıyı yok sayamayız. Yine erkek egemen baskının aile eliyle ve ailede atılan temelleri yüzünden erkeklik rollerini küçük yaşta kabul edenlerin ömür boyu bu rolden etkilenmelerinin doğurduğu sonuçları görmezden gelemeyiz. Ama en çok da anne ve babaların daha küçük yaşlardan itibaren erkek çocuklarını daha değerli görmelerinin ve göstermelerinin yanlışlığına vurgu yaparak!

Özellikle kırsalda aileler ve anneler kızlarına yemek yapmayı, ev temizlemeyi, koca dayağına dayanmayı baştan öğretirler. Bu öğreti aynı zamanda erkeğin sabrının da bir sınırı var demek değil midir? Bu aynı zamanda erkeklerin; “biz kadınlardan direktif, tavsiye, öneri hele hele eleştiri almayız. Duymak istemediğimizi söylemesinler, ikna etmeye kalkmasınlar bizi.” Şeklindeki sözlerine hak vermek değil midir?

Bu durum aynı zamanda kadını içine kapatıp yalnızlaştırırken, şiddet gören, bunu çocukları da bilen annenin utanç, acı, isyan çatışma, öfke, küskünlük gibi duyguları hem yoğun yaşayıp, hem de tortularını yaşam boyu taşıması anlamına gelirken, tüm bu yaşananlar insanda hele de yetkililerde vicdani bir yük bırakmalı demek değil midir?

Küçük yaştan itibaren babayı denge ve otorite merkezi olarak görmeye şartlanmış çocukları, annelerine reva görülen bu eziyeti küçücük sinelerinde biriktirip, bu ağır yükle giderek babadan uzaklaşmaya ve iç dünyalarına kapanarak yalnızlaşmaya götüren yollar değil midir?

Tam da 9 yaşında iken gözlerinin önünde annesi, babası tarafından öldürülen çocuğun götürüldüğü psikoloğa; “Annemin ölümünü söylemekten daha çok bunu yapanın babam olduğunu söylemek bana zor ve korkunç geliyor. Ben bu yarayı ömür boyu taşıyacağım.” Şeklindeki düşündüren sözleri tazeliğini korurken…(sürecek)