15 yılda değişen ve dönüşen ülkemizde kısa bir özete ne dersiniz? Tek tek ele alıp sıralamak zor, özet bilgiyle yetineceğiz artık. Her terör saldırısından sonra koro halinde; “Son çırpınışları, örgütün beli kırıldı, büyük zayiat verdiler, dağıldılar, kaçıyorlar” sözlerini duyduk mu?
Bir rektör yardımcısı çıkıp; “Ben ülkede daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum. Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış, hatta ilkokul bile okumamış cahil halktır” dedi mi?
Erdoğan akademisyenler için; “Adının önünde profesör, doçent bilmem ne olması kimseyi aydın yapmaz, bunlar kapkaranlık insanlardır. Ey aydın müsveddeleri! Siz karanlıksınız, aydın falan değilsiniz. Karanlık ve cahilsiniz” diye açıklama yaptı mı?
Suç işleyenler ve teröre adı karışanlar için adının önünde profesör yazan eski Başbakan Davutoğlu; “Adamları suç işlemeden nasıl yakalayalım, biz hukuk devletiyiz” şeklinde konuştu mu?
Erdoğan ABD’de; “DAEŞ konusunda aileme çok büyük haksızlıklar yapıldı. Benim garip oğlum DAEŞ’e petrol satıyormuş!” diye konuştuğunda garip oğlunun Burak mı, Bilal mı olduğu anlaşıldı mı?
AB vizeyi kaldıracaktı, kaldırdı mı? Ülkenin neredeyse bütün büyükelçileri değişti mi?
Hem içerideki, hem dışarıdaki yanlış politikalar sonunda Türkiye gırtlağına kadar terör belasına ve Ortadoğu bataklığına saplandı mı? 15 yıllık yanlışların ürettiği açmazların sonunda Suriye ile savaşa girdik mi?
15 yılın bilançosu olarak önümüze; gittikçe otoriterleşen bir rejim, bölünme sinyalleri veren bir ülke, içeride OHAL, dışarıda savaş dikildi mi? Ülkemiz yılda ortalama 150 ile 200 bin arası iş- istihdam yaratırken, TÜİK’e göre 3.2 milyon T.C vatandaşına bir de 1 milyon işsiz Suriyeliyi kattık mı? Bu stoku eritmek için 20 yıla ihtiyaç var mı? Bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle Suriyeli göçmenlere 25 milyar dolar harcama yaptık mı? Yanıtlarınız evetse, bu yoğunlukta atlamayalım, bu sıralananların bi izahı olmalı deyip, sanat dünyasına dalalım.
Herkesin yaşamında sevinçliyken okuduğu, mutsuzken sığındığı, öfkeliyken sarıldığı, dostlarına önerdiği yazarlar şairler vardır. Onlar adamı canevinden yakalar ve her daim 12’den vururlar. Şaşıra şaşıra yaşadığımız ülkemizde, çalışarak, görerek, anlayarak, yazarak, dokunarak, okuyarak, değerlerimize tutunmaya çalışıyoruz. Sevgiye, umuda, dayanışmaya, anlaşılmaya, sanata, şiire her zamankinden çok gereksinim duyuyoruz. Sonra dönüp bakıyoruz ki bir zamanların yürek yakan delikanlıları, her zamanların inançlı ve dirençli kahramanları birbiri ardına çekip gidiyorlar. Üstelik onlara ve yüreklerine en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerde...
Bunun adı yürek yorgunluğu mu, beden yorgunluğu mu, hayat yorgunluğu mu, vatan yorgunluğu mu bilemedim. Bunun adı gönül- öğrenmek- bilmek- anlamak, anlamazlıktan gelmek, düşünmek, hissetmek, tanık olmak, katlanmak, görmezden gelinmek, alışamamak, katlanmak, beklemek yorgunluğu mu? Tekmili birden mi? Yine bilemedim. Bildiğim o ki şimdi Melih Cevdet Anday’ın 1952 yılında yazdığı “Telgrafhane” adlı şiirine sığınmanın tam zamanıdır.
“Uyuyamayacaksın!
Memleketin hali, seni seslerle uyandıracak.
Oturup yazacaksın!
Çünkü sen artık o eski sen değilsin.
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin.
Durmadan sesler alacak, sesler vereceksin.
Uyuyamayacaksın düzelmeden memleketin hali.
Düzelmeden dünyanın hali gözüne uyku girmez ki!
Uyuyamayacaksın!
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyana kadar vakur, metin, sade çalacaksın.”
Memleketin ve dünyanın haline üzülerek erkenden çekip gidenlere- göçüp gidenlere- çıkıp gidenlere- ölüp gidenlere selam olsun…