HEDEF mi? IŞIL IŞIL ve AYDINLIK BİR TÜRKİYE…
 

Ülkemizin yarısının karanlığı, yarısının aydınlığı seçtiği bugünlerde aklıma başka bir şey yazmak gelmedi. Şöyle ki; 
 

Okumuyoruz, okumayı sevmiyoruz, hatta gereksiz görüyor ve küçümsüyoruz. Oysa hedef 5 milyon satan gazeteler olmalı. Satışı 1 milyonu aşan kitapların sayısının daha çok arttığı bir ülke olmalı. Olmalı ki çocuklarımız batıyla boy ölçüşsün, onların yanında boynu bükük kalmasın, ışıl ışıl ve aydınlık bir Türkiye’de güçlü olarak büyüsün, işi olsun, aşı olsun, mutlu olsun ve güven içinde yol alsın.
 

Evet, günde 3 öğün yemek yiyoruz, iyi de ayda 1 kitap niye okumuyoruz? Aslında yemek yemeği değil ama okumayı hep unutuyoruz! PISA 2015 öğrenci refah sonuçlarını açıklamış. Buna göre 72 ülke arasında son sırada yer almışız. 3 gençten 1’inin işsiz olduğu, yaşam tatminin olmadığı ülkemizde mutsuz ve işsiz seçmen kitlemiz 18 yaşında meclise vekil olarak girecek ama! Aması şu ki biz bu gerçeği sık sık ve yüksek sesle dile getirmezsek, dolu dolu cevap bekleme hakkımız olmaz ve doğmaz! Oysa 3 gençten birinin işsiz olduğu bir ülkeden yine eğitimli işsizlik oranının tavan yaptığı bir ülkeden söz ediyoruz…
 

Şimdi gelin bir hayal âlemine dalalım! Bilginin gücünü arkasına alan, herkesi kucaklayan, bağırmayı gündeminden çıkaran, daha doğrusu hiç bağırmayan, doğrusuyla eğrisiyle özeleştiriden çekinmeyen, (rabbim beni affetsin gibi hayati konularda bile!) bir lider hayali kuralım. Böyle bir lidere özlem duyulmaz mı?
 

Kibir, bencillik, umursamazlık bir yere kadar da insan hırslarına arada sırada bir çeki düzen vermez mi? Yönetim erbabına yakın çevresi ki (buna başdanışman orduları da dâhildir.) Dikteye dayalı, parmak sallama esaslı, ayar çekme modunda, ego merkezli yönetim modeli için “nereye kadar ve niye!” diye hatırlatmaz mı?
 

Düşünüyorum da! İtiraf edeyim ki günün birinde bu yazdıklarım hayata geçerse önce havalara sonra Kars’a uçarım. Apar topar ve hızla büyüdüğüm baba evimde hayatın karşısına dikildiğim topraklarda, yaraları saran ve bizleri saran- kucaklayan memleketime koşarım. Ve bu mutluluğu önce orada yaşarım, tadına önce orada varırım…
Çünkü insanın baba ev gibi sığındığı, başı derde girdiğinde koşarak geldiği, güvencesi saydığı yer neresidir diye sorarsak, yanıtı doğup büyüdüğü yerler olur. Dolayısıyla insan oralara gidince zamanı unutur, zamlar aklına gelmez, yaşlandığını kabul etmez, çocuklaşır, gençleşir, dalar gider geçmişe ve zamanı durdurur…

 

Sonra birden uyanır, gerçeklerle yüzleşir. İlla ki içerdekiler, hele de Atatürk’e ve cumhuriyete yapılanlar gözünün önüne gelir. Çünkü doğup büyüdüğü topraklarda ve çocukluğunda bunları görmemiş, duymamış, yaşamamıştır…
Tam da kaçacak delik, sığınacak liman ararken Nazım Hikmet’in sırasıdır diye düşünür. Hem de tam sırası der ve başlar mırıldanmaya; “Hani bizim soframıza haftada bir et gelir. Ve çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir” diye başlayan dizelerini yineler durur…

 

Derken sıra yazıyı bağlamaya gelir! Hem işsiz, hem aşsız, hem eğitimsiz, hem umutsuz gençleri görüp, bu dizeleri ezber edince yazıyı nasıl bağlarım diye kara kara düşünürken Engin Asyalı’ya ait bir karikatür önüne çıkar. Biri genç, diğeri yaşlı iki kişi aralarında konuşmaktadır. Genç olanı; “Referandumda Evet çıkınca size iş bulacağız demişlerdi” der yaşlı olana. Yaşlı olanı; “Sen yeni seçmensin galiba! Ben bi belediye başkanlığı, 3 başbakanlık, bi de cumhurbaşkanlığı gördüm. Hala iş bekliyorum!” diye cevabı yapıştırır!
 

Bunu okuyunca; yorumu okurlara, daha doğrusu hem işsiz, hem aşsız, hem mutlu(!) gençlere bıraksam olur mu diye düşünür…