PARA ve SANAT…
2019’un bu son yazısına keyifle başlamak ve keyifle bitirmek isterdim ama nerdeee! Yağmur gibi yağan zamlara, asgari ücretin jest ilaveli (!) artışına, Kanal İstanbul tartışmalarına, davete icabet için Libya’ya asker gönderme inadına, israf ve beceriksizliğin faturasının halka ihalesine bakınca keyif mi kalır insanda?
Paranın her şeye egemen olduğu, sanatı bile yuttuğu bilinen ve maalesef kabul gören bir gerçekken! Her alanda; özlemin, hayallerin, umudun evsiz- barksız kaldığı malumken! Zamanın acımasız akışı içinde çocukluğun ve anıların kayıp olduğu ortada iken! Kutsanan yeni değerlerin sık sık dolaşıma sokulduğu açıkken! Keyif mi kalır ortada?
Yeni yılın arifesinde ucu açık olan bu sorulara yanıt ararken tam da burada biraz geçmişe uzanmak, birkaç bilgi notuyla keyfinizi yerine getirmeyi düşündüm…
Örneğin Türk sanatına düzey kazandıran, kalite getiren, yön veren, yol gösteren yüzlerce sanatçının devlet bursuyla yurtdışına gittiği, oralarda eğitim aldığı, özellikle Paris’te kaldığı bu sayının azımsanmayacak sonuçlar yarattığı o özel yılları düşündüm…
Hem Osmanlı, hem de Erken Cumhuriyet döneminde Abidin Dino’dan, Nejat Devrim’e, Hakkı Anlı’ran, İlhan Koman’a, Fahrelnissa Zeid’den, Tiraje’ye kadar çekim güçleriyle Paris ortamında söz sahibi olan, kendilerinden söz ettiren, neredeyse tamamı akademik eğitim alıp, Türkiye’ye dönen ve sonra da kariyerlerini öğretici olarak sürdüren o yaratıcı kuşağı düşündüm...
O yıllarda Paris’te geçerli olan sanat akımlarını, sanat dünyasına egemen olan sanat dilini eş zamanlı olarak ülkeleriyle paylaşan, bu arada Türk sanatını da etkileyici bir görsel dil kullanarak ihmal etmeyen, dinamik kimlikleriyle, çağdaş anlatım biçimleriyle görsel bir fırtına estiren o vazife kuşağını düşündüm…
O yılların İstanbul’unda sergi olanakları son derece kısıtlı iken, büyük özverilerle sergiler açan, özel müzeciliğin emekleme dönemine katkı sunan ve tarihsel sorumluluk bilincine sahip o güzel insanları düşündüm…
Derken bugüne döndüm!
Cumhuriyetin kaleleri, yerli ve milli birikimi sayılan, savaştan yeni çıkmış halka ekmek kapısı olan kurum ve kuruluşların özelleştirme adı altında üç otuz paraya nasıl elden çıkarıldığını düşündüm…
Tesislerin, madenlerin, işletmelerin, limanların, fabrikaların, santrallerin, limanların, tekel binalarının, HES’lerin satışının ne gibi sonuçlar yaratacağını asla düşünmeden apar topar- haraç mezat nasıl elden çıkarıldığını düşündüm…
Çılgın proje adı altında “Kazı toprağı! Dök betonu! Dik binayı!” anlayışının ülkemizi getirdiği rantiye ve şantiye düzeninin yarattığı tahribatı izlerken; İşin uzmanlarının; “inşaat sektörüyle büyüyen bir ülke asla sürdürülebilir bir büyüme ve verim sağlayamaz” şeklindeki açıklamalarının dikkate bile alınmadığını düşündüm…
Oy ve şov uğruna Atatürk Hava Limanından erken taşınma bedeli olarak TAV hava limanlarına ödeyeceğimiz 389 milyon Avro tutarındaki tazminatı düşündüm…
TBMM’deki bütçe görüşmeleri sırasında CB yardımcısının fakirhanelerden değil de malikânelerden söz edercesine “Uçan Türkiye” tanımını yaparken; “Satın alma gücünü, milli geliri, asgari ücreti, yaşlılık aylığını, emekli maaşlarını biz artırdık!” sözleri üzerine CHP Ordu Milletvekilinin; “Bu anlattıklarınız konuşmanızın fıkra bölümü mü?” şeklindeki manidar sorusunu düşündüm...
Okulu kapandığı için öğrenimi yarım kalan, yolu olmadığı için okuluna gidemeyen, atanamadığı için intihar eden, iflas ettiği için ölümü seçen, yandaş torpiline isyan eden, siftah bile yapamayan, asgari ücretle yaşam savaşı veren, banka borcunu ödeyemeyen, işsizlikten bunalıma giren, üç kuruşa talim eden, geçim derdine dayanamayıp depresyona giren halkımızı düşündüm…
11 ayda 11 bin esnafın kepenk indirdiği ülkemizde olup bitene bakarken; Kızını öldüren caninin tahliye edilmesine dayanamayan annenin yürek yakan çığlıklarını, oğlunu cinayete kurban veren görme engelli babanın; “Asıl ondan sonra görmemeye başladım!” şeklindeki iç acıtan sözlerini düşündüm…
Laf üretmenin dışında hiç bir işe yaramayan etkisiz siyasilerin, günü kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen yöneticilerin, “bana dokunmayan” derdindeki basın ve üniversitelerin ve nihayet Sözcü Gazetesine verilen cezaların tarihte alacağı yeri düşündüm…
Her biri demokrasinin olmazsa olmaz enstrümanları olan; Toplumsal duyarlılıkların, zorunlu isteklerin, yerinde talep ve itirazların şimdiye kadar görmezden gelindiği ileri demokrasimizi izlerken; Cumhuriyetin, çağdaşlığın, laikliğin, hukukun, demokrasinin, özgürlüğün, bağımsızlığın, bilimin, aklın, sanatın bize nasıl ve ne şekilde öğretildiği o güzel yılları düşündüm…
Sonra da dayanamayıp! Özüyle, sözüyle, sohbetiyle, attığı adımlarla, yaptığı işlerle, insana dokunan, insana iyi gelen, önceliği insan olan yöneticilere olan derin özlemimizi düşündüm…
Eğitimci ve yazar gözüyle bakıp geçmiş gün bağlantıları kurunca da; Düne karşı özlemim, bugüne yönelik kaygılarım, yarınlara ilişkin beklentilerimin olduğunu gördüm. Özetle 2020 yılı mutlu, huzurlu, sağlıklı, sanatı çok, kavgası yok bir yıl olsun demek istedim…