SÖYLENEN SÖYLENMİŞ, ANLATILAN ANLAŞILMIŞTIR…

Dolmabahçe, Kayseri, Ortaköy! Üst üste gelen şehit ve yaralı haberlerinden vurgun yemiş gibi çıkıyoruz. Maça gitme, eğlence yerine uğrama, sokağa çıkma mı bunun adı acaba? 6 aya yaklaşan OHAL’e rağmen terör hız kesmeden sürüyor. İşin arka planından alıp ilerlersek;  Bir kandırılanlar bir kandıranlar var. Bir bedel ödeyenler bir de ödetenler var. Son yıllarda sarkaç gibi ikisi arasında gidip gelir olduk. Bombalı terör saldırısında hayatını kaybeden 19 yaşındaki Tıp Fakültesi öğrencisi oğlu için acılı babanın; “Berkay, biten vize sınavlarının ardından biraz nefes almak için Ankara’dan İstanbul’a geldi. 2 günlüğüne geldiği şehir, onu sonsuzluğa uğurladı. Bu kadar basit, bu kadar ucuz, ben oğlumu istiyorum, şehitlik falan istemiyorum” sözleri üzerine gel de başlığa takılıp kalma…

Yine Ankara’nın manidar(!) saat inadı nedeniyle alaca karanlıkta okullarına giden, ilk derslerde uyuklayan çocuklarımızdan gel de başarı bekle? Ya da karanlıkta karşıdan karşıya geçerken hayatını kaybedenlere için yanarken, hayatımızın her anına ve her alanına karışanların kurguladığı sistemden gel de hayır bekle?

Allah aşkına! Hava alaca karanlıkken, toplum davul gibi gerilmişken, koşullar böyle iken toplumun temel sorunlarına katı ve dışlayıcı bakışla yaklaşmanın ne kadar sakıncalı olduğunu bir bilen çıkmayacak mı? Ya da tüm gerçekleri anlatabilecek bir babayiğit yok mu? Yapılan yanlışlardan dönmek bu memlekette niye bu kadar zor ya da imkânsız ki? Bize durmadan komplo kuran gelişmiş batı(!) niye susuyor ki?

Yola kefenlerini giyerek çıktığını söyleyen yöneticiler, her seferinde “terörün kökünü kazıyacak irademiz gücümüz var, terör bizi korkutmaz, biz terörü korkuturuz” diyen başbakanlar, “dökülen kanlar yerde kalmayacak, yerle yeksan olacaklar” klişesini ezber eden parti liderleri, “sahada, karada, havada, masada biz varız” diyerek ordumuzu cepheye süren siyasal iktidar! Ah bir sokağa çıksanız, bir sokağın sesini duysanız toplum sadece huzur istiyor, sadece huzur…

Hepsinin bir hikâyesi olan, gelecekleri ellerinden alınan, büyük acı, derin yas bırakanların geride bıraktıkları yarım hayatları bir düşünseniz! Ülkece kitlendiğimiz “namım yürüsün” hesabıyla yapılan başkanlığın her sorunu çözeceğine olan inancımızın mucize gibi göründüğüne bir inansanız! (keşke biz yanılsak da akan kan dursa) 

Zevahiri mi kurtarıyoruz, kişiye özel düzenlemeler mi yapıyoruz, siyasal manevralar mı çeviriyoruz? Belli değil! Aslında görünen köyün kılavuz istemediğini hepimiz biliyoruz. Peki, bundan sonra ne olur? Parlamenter sisteme, kuvvetler ayrılığına, yargı bağımsızlığına, basın özgürlüğüne, temel hak ve özgürlüklerin her türlü güvencesine kısaca her şeye karşı olmak başkan olunca değişecek mi? Değişmezse ne yapmalı? Ne yapmalıyız? Ne yapılacak? Bu sorular yanıta muhtaçtır…

Hele de kıskanılan ve örnek alınan Türkiye’de bir de logosu ampul olan bir partinin iktidarında uzun süre karanlıkta oturup, mum ışığında aydınlanmaya çalışmak, jeneratör gürültülerini dinlemek, yanmayan trafik ışıklarında akrobasi yapmak, kaloriferler yanmadığı için hastalanmak, yorgan döşek yatmak yok mu?
Bu kadar kusur kadı kızında da olur derseniz (oğlunda mı demeliydim?)  ona da söyleyecek söz bulamayız zaten. İyisi mi milletçe her derde deva olacak başkanlığı bekleyelim! Nasılsa karanlıkta kalmayı tercih edenlerin aydınlık girmesin diye önce perdeleri indirdiğini hepimiz biliyoruz…