ARAPÇA EZAN MESELESİ

Arapça ezanı İslam’ın şiarları yani simgeleri / sembolleri arasında görüp onu bu minval üzerinde savunanlar bilmezler mi ki İslam sembolizme karşı doğmuş bir dindir. Sembolizm, Arap putçuluğunun ruhudur. Nitekim müşrik Araplar tapındıkları putları bir takım değerlerin simgeleri olarak telakkî ediyorlardı. O sözde değerler de aslında toplumdaki sınıfsal ayrımları ifadeden başka bir şey değildi.

Bilelim ki İslam sembollere boğuldukça şirk çizgisine kayış kaçınılmazdır. Zira İslam semboller dini değil inanç ve ilkeler dinidir. İslam, Allah’ın son dinidir ve evrenseldir. Ne var ki bazılarınca İslam’ın evrenselliği doğru anlaşılamamaktadır. Binaenaleyh, Müslüman halkların / ulusların dine ve dinin evrenselliğine ilişkin en büyük sorunlarından biri Arapça ezan meselesidir. Diğeri de anadilde ibadet hakkıdır. Lakin biz bu yazıda yalnızca ezanla ilgili kısmı işleyeceğiz. Zira öbür konu daha kompleks bir alan olduğundan başka bir yazının konusu olacaktır.

Arapça ezanın reel ve tarihsel İslam’ın en büyük bunalım alanları arasında yer aldığını saptamak ve teşhis etmek vicdan sahibi herkesin ve Muhammedî iman taşıyan her yüreğin ödevidir. Bizce bu bunalımın aşılmasının İslam’ın evrenselliğinin kuramsal düzeyden kılgısal alana taşınmasında yaşamsal önemi bulunmaktadır. Zira Müslüman halkları / ulusları Arap diline mahkum kılmak, İslam’ın evrenselliğini Arapçılık balyozuyla ezmek demektir. Bu, aslında bir başka ifadeyle dinin Arap ırkçılığına kurban edilmesi ve Muhammedî mesajın Arap kültür denizinde yaratılan bir girdabın içinde boğulmasıdır.

Meselenin tüm boyutlarıyla anlaşılabilmesi için öncelikle ezanın semantik ve terminolojik hüviyetini gözler önüne sermemiz gerekiyor.

Dinsel yaşamda tedavülde olan pek çok sözcük gibi ezan da, Arapça bir sözcüktür. Ezan, Türkçede çağrı anlamına geliyor. Sözlük anlamı çağrı olsa da terim olarak “namaza çağrı” yahut “ibadete çağrı” biçiminde bir anlam söz konusu. Ancak ezan aslında sadece namaza yahut ibadete çağrı için okunmaz. İslam’ın ilk yıllarında bazı önemli toplantılar için halkın mescide çağırılması amacıyla da ezan okunduğunu biliyoruz.

Ezan için; “Ezan-ı Muhammedî” ifadesi de kullanılmaktadır. Bu ifade; “Muhammedî Çağrı” demektir. Aslında bu ifade ezanın kaynağını işaret etmesi açısından son derece önemlidir. Anlıyoruz ki ezan bir vahiy ürünü değildir. Zira öyle olsaydı “Ezan-ı İlahî” denilmesi gerekirdi.

Evet, gerçekten de ezan insan ürünüdür, ilahi bir kaynağı yoktur.

Temelde Müslümanların ibadet için mescide çağrılması amacıyla okunan ezana Kur’an’da da çeşitli ayetler yoluyla işaret edilmektedir. Bu konuda en net anlamlı ayetlerden biri Cuma ibadetine çağrı ayetidir. Cuma Bölümü 9. Sözde / 9. Ayette; “İzâ nûdiye” ifadesi vardır ki bu ifade “çağrıldığınızda” demektir. Lakin görüleceği üzere burada çağırmak anlamına gelen ezan sözcüğü değil de nida sözünden türeme bir fiil kullanılmaktadır. Yani bu da göstermektedir ki, burada kastedilen çağrı terimleşmiş ezandaki çağrı değil herhangi bir çağrıdır.

Dişi Sığır Bölümü 279. Sözde / Bakara Suresi 279. Ayette geçen ezan sözcüğünün fiil hali çağırmak anlamında değil de başka bir manada kullanılmaktadır. Söz konusu kullanımda “bilin, anlayın” gibi bir anlam bulunuyor.

Ara Yer Bömü 167. Sözde / Araf Suresi 167. Ayette ise bildirmek anlamı söz konusudur.

Kutsal Ziyaret Bölümü 27. Sözdeki / Hac Suresi 27. Ayetteki kullanımda ise doğrudan doğruya çağırmak anlamı vardır. Lakin buradaki ifade namaza çağrı değil hacca çağrıdır. Yani çağrının namaza çağrı anlamındaki ezanla bir ilgisi yoktur.

Bilindiği üzere ezan okuyan kişiye müezzin denilmektedir. Müezzin sözü Ara Yer Bölümü 44. Sözde / Araf Suresi 44. Ayette ve Yusuf Bölümü 70. Sözde / Yusuf Suresi 70. Ayette “Tellal” anlamında kullanılmaktadır. Yani bu iki ayette de müezzin sözü namaza çağrıyı diğer bir ifadeyle ezanı okuyan kişi anlamında değil herhangi bir konuda tellallık yapan kişiyi işaret etmek üzere kullanılmaktadır.

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki gerek ezan gerekse ezan okuyan kişi olarak müezzin sözü Kur’an’da terminolojik manasıyla geçmemektedir.  Bu da ezanın Kur’anî ve ilahî değil tümüyle beşerî olduğunu gayet netlikle ortaya koymaktadır.

Peki, ezan ve ezanın sözleri nasıl belirlendi?

Hazreti Muhammed Medine’ye göç edinceye değin ibadet vaktini bildirmek / duyurmak için herhangi bir yol düşünülmüş değildi. Oysa Mekke’de müşrikler de namaz kılıyordu. Ama namaz vaktini duyurmak için bir şey yapıyor değillerdi. Müslümanlar da namaz kılıyordu ve onlar da böyle bir şeye gerek duymamışlardı. Çünkü Mekke kültüründe ibadet vaktini duyurmak diye bir uygulama söz konusu değildi.

Ancak Yesrib’e yani Medine’ye varınca Müslümanlar gördüler ki Yahudiler ibadete çağrı için bir şey yapıyor. Hıristiyanlar da yapıyor. Peki, biz Müslümanlar ne yapmalıyız, sorusu gündeme geldi.

İşte bu noktada Hazreti Muhammed’e çeşitli önerilerde bulunanlar oldu.

“Es -Salah, es -Salah!” diye bağıralım diyenler oldu. Nitekim bu bir müddet uygulandı da. Ancak yeterli görülmedi.

“Namaz vakti mescidin üzerine bayrak asalım,” diyenler oldu.

“Çan çalalım,” diyen de çıktı. Lakin bu, Hıristiyanların adetiydi.

“Museviler gibi boru öttürelim,”  de dediler.

“Ateş yakıp öyle duyuralım namaz vaktini,” diye öneride bulunanlar da çıktı.

Fakat Hazreti Muhammed bu önerilerin hiçbirini olurlamadı.

Derken…

Sahabeden Zeyd oğlu Abdullah bir gün erkenden Hazreti Muhammed’in yanına varıp gördüğü rüyayı anlattı. Rüyasında yeşil giysili biri “Allah-u ekber!” diyerek ezan okumuştu.

Hazreti Muhammed halkın namaza çağrılması ve namaz vaktinin duyurulması için ezan okunması kararını aldı. Zeyd oğlu Abdullah’a da “sahib’ül- ezan”  yani “ezanın sahibi” ünvanı verildi. 

Görüleceği üzere ezan tümüyle insani bir yöntemle saptandı.

O sırada Medine’de herkes Arapça konuşuyordu. Yani Medine halkının dili Arapçaydı. Öyle ki, Medine Yahudilerinin de dili Arapçaydı.

Evet, ezan, halkı namaza çağrı için okunan sözlerden ibarettir. Dili Arapçadır. Zira onu dinleyip anlayacak ve böylece namaza gelecek olan herkes Arapça konuşuyordu. Dolayısıyla ezanın Arapça olması Medine koşullarında elbette ki gayet doğaldı. Mekke ve tüm Arap yarımadası için de bu durum son derece doğaldı. 

İlk ezanı Habeşli Bilal okudu. Tarihler 15 Haziran 622’yi yahut 623’ü gösteriyordu. Bilal köle idi. Ve rengi siyahtı. Üstelik o peltek biriydi. “Şin” harfini “sin” gibi okuyordu. Hazreti Muhammed ilk ezanı ona okutarak aslında çok önemli bir ileti ortaya koymuştu. Gerek peltekliğinden dolayı gerekse köle ve siyahî oluşu nedeniyle onu aşağılamak isteyenlere karşı Hazreti Muhammed Habeşli Bilal’i onore etti. O ki, tarihe müezzinlerin piri / atası olarak geçti.

Peki, namaz için ezan okunması şart mıdır?

Mantıken bakıldığında ezan sadece bir duyurma aracıdır. Dolayısıyla şart addedilemez. Lakin İslam fukahası ezanın hükmü konusunda da hemen hemen her konuda olduğu gibi ihtilaf etmişlerdir. Hanefi, Şafii, Malikî ve Caferi çoğunluk fukahaya göre ezan müekked sünnettir. Hanbelîlere göre ise farz- ı kifaye kabul edilir. Yani bu durumda ezana şart gözüyle bakan yalnız Hanbelî mezhebidir. Hanbelî mezhebinin Selefîlik ve Vahhabîlikle ilişkisi düşünüldüğünde böylesi bir hüküm vaz etmeleri elbette ki dikkat çekicidir. Türkiye’de ezanın dili konusundaki katı ve aşılmaz gibi görünen anlayış da Selefi, Vahhabî etkinin bir sonucudur. Zira Türkiye Müslümanlığı hızla Selefi, Vahhabi çizgiye doğru savrulmaktadır.

Herhangi bir yerleşim biriminde ezan okunmadı diye namaz da kılınmaz, şeklinde bir anlayışın mevcudiyeti söz konusu olmadığına göre aslında ezanın fiilen de sünnet hükmü doğrultusunda bir işleve sahip olduğu aşikârdır. Yani egemen görüşe göre ezan okunmasa da namaz vakti geldiyse namaz kılınır; illa ki ezan okunması beklenmez.

Ancak yeri gelmişken belirtelim ki İslam fukahasının çoğunluğuna göre evvelce ezan okunan bir yerleşim biriminde ezan okunmamaya başlandıysa oranın halkı uyarılır. Uyarıya rağmen ezan okumamaya devam ediyorlarsa onlara savaş açmak vaciptir. (Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ezan Maddesi)

Gelelim ezanın dili meselesine…

Önce ezanın sözlerini anımsayalım:

Allah-u ekber! (4 kez)

Eşhedü enla ilahe illallah! (2 kez)

Eşhedü enne muhammed’er-resulullah! ( 2 kez)

Hayye ale’s-salah! ( 2 kez)

Hayye ale’l-felah! (2 kez)

Allah-u ekber! ( 2 kez )

Lailahe illallah! (1 kez)

Sabah ezanında ayrıca “Essalatü hayrü’mmin’en-nevm” ifadesi de söylenir.  Bunun anlamı; “namaz uykudan hayırlıdır!” şeklindedir. Bu ifade Hazreti Muhammed döneminde yoktu. Lakin İmam Malik’ten rivayetle bu ifadenin ezana Halife Ömer tarafından eklendiği belirtilmektedir.

Ancak ezan İslam dünyasının her yerinde bu şekilde okunuyor değildir. Zira Caferiler bu sözlere;  “Ben tanıklık ederim ki Ali, Allah’ın velisidir,” anlamına gelen “Eşhedü enne aliyyen veliyyullah” sözünü de ilave ederler. Bu sözün Hazreti Muhammed döneminde de okunduğunu ama Halife Ömer’in bunun yasakladığını ileri sürerler. Yine Caferiler ezanda; “Hayye ale’l- hayr’il- amel!”  sözünü de okurlar.  Bunun anlamı da; “Haydi hayırlı amele!” demektir.

İsmailîlik gibi diğer Şii ekollerde bunlardan başka sözlerin de ezanda okunduğunu biliyoruz.

Dolayısıyla ezan konusunda hem okunuşu hem de hükmü bakımından öyle sanıldığı gibi İslam dünyasının tümünde bir görüş ve uygulama birliği yoktur.

Ezan dünyanın her yerinde böyle okunur, ifadesi gerçeği yansıtmamaktadır. Ayrıca dünyanın her yanında ezan okunuyor da değildir. Dünya coğrafyasının yaklaşık üçte ikisinde hiç ezan okunmaz. Zira oralarda Müslümanlar olsa da çoğunluk yahut egemen değildirler. Lakin ezan okunmuyor diye oralardaki Müslümanlar namaz vaktinden habersiz kalıyor da değiller. Dolayısıyla “ezan okunmalı ve Arapça olmalı ki ezan olduğunu anlayalım ve böylece namaz vaktinin geldiğini fark edelim,” şeklindeki bir izah hem gülünç hem de gerçekliği olmayan bir safsatadan ibarettir.

Ezanın mutlaka Arap dilinde olması gerektiği yönünde İslam fukahası arasında egemen bir görüş vardır. Ancak bu egemen görüşe muhalefet edenler de bulunmaktadır. Başta İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin anadilde ibadet fetvası düşünüldüğünde ezan için de benzer bir görüşte olabileceğini tahmin etmek olasıdır. Nitekim İmamı Azam Ebu Hanife, ezanın Arapça dışında bir dilde de okunabileceği yönünde açıkça fetva vermiştir. O özetle şöyle demiştir: “Ezan Farsça da okunabilir. Yeter ki ezan olduğu bilinsin. Eğer ezan olduğu bilinmezse okunması caiz değildir.” (Prof. Dr. Hidayet Aydar, Balıkesir Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ezanın Tarihi ve Başka Dillerde Okunması Meselesi, Haziran 2016)

Ezanın Arapça dışında başka dillerde de okunabileceği yönünde Şafii ulemanın çoğunluğunun da müspet bir görüşü vardır. Lakin burada şöyle bir kayıttan bahsedilmektedir: Şafii bilginler, Arapça bilmeyen bir Müslüman topluluk için ezanın onların dilinde de okunabileceğine hükmetmişler ve bunu, ezanı Arapça olarak ve usulüne uygun bir şekilde okuyacak birini buluncaya kadar diye bir kayda bağlamışlardır. Bu kayda rağmen yine de ilkesel olarak ezanın başka bir dilde de okunabileceğine hükmetmek egemen dini düşüncenin baskıcı ve Arapçı anlayışı akla getirildiğinde çok büyük bir hadisedir. Bu bakımdan Şafii ulemanın bu görüşü hayli dikkate değerdir.

Tarihî kayıtlarda rastladığımız bilgiler bize, ezanın Arapça dışında başka bir dilde okunması uygulamasına ilişkin Cumhuriyet döneminden yüzyıllar önce de örneklerin bulunduğunu bildiriyor. Nitekim Ebu Bekir Muhammed b. Ca’fer en-Nerşehi, “Tarih-u Buhara” adlı kitabında şunları yazmakta: “Emir Kuteybe Hicrî 94 (Miladî 712) yılında Buhara Zerdüşt ateşgedesini yıktırdı. Yerine büyük bir cami yaptırdı. İbadet Farsça yapılıyordu. Çünkü halk Arapça bilmiyordu. Ezan Farsça okunduğu için, namaz da bir adamın Farsça kılınıyordu.”

Benzer bir uygulamanın İbn Tumert tarafından Berberice olarak gerçekleştirildiği de ileri sürülmektedir. Kuzey Afrika’nın bazı bölümleri ve Endülüs’tekurulan Muvahhidûn Devleti’nin kurucusu Berberi İbn Tumert hem ezanı Berberice okuttu hem de namazın Berberice kılınmasına izin verdi.  Bu konuda daha ayrıntılı bilgilere Muhammed İkbal’in Türkiye’de Türkçe ezan konusunu işlediği yazısından ulaşılabilir. (Muhammed İkbal, İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden Doğuşu, Çeviren; N.A. Asrar, Bir Yayınları, İstanbul 1984)

Öte yandan ezanın Arapça dışında başka dillerde okunması uygulamasının geçici bir uygulama olduğu yönündeki savunmalar yersiz olduğu kadar tarihi gerçeklerle de uyuşmamaktadır. Zira ezan bir iki yıllık bir süre için değil çok daha uzun yıllar süresince Farsça ve Berberice okundu.

Bize göre ezan kesin olarak her halkın anladığı dilde okunmalıdır. Lakin illa da Arapça okunması isteniyorsa elbette buna da saygı göstermek icap eder. Yalnız şu unutulmamalıdır ki ezanın Arapça okunmasını istemek nasıl meşru ve tabii bir hak ise başka dillerde de okunabileceğini belirtmek aynı şekilde İslamî ve insanî bir haktır. Dileyen kişiler yahut topluluklar için ezan Arapça dışında başka bir dil ile de okunabilmelidir. Bu hak hiçbir surette engellenemez. Zira din ve inanç özgürlüğü gibi temel bir insan hakkının ihlaline izin verilemez.

Türkiye’de mevcut kanunlara göre zaten ezanın Türkçe okunması yasak değil. Dolayısıyla herhangi bir cezası da yok. O halde birileri dilerse Türkçe ezan okuyup bir mekânda namazlarını kılabilirler. Hatta namazı da Türkçe kılabilirler. Elbette ki bunun için örnek bir uygulamanın olması da şart. Sanırım insanlar bu konuda örnek bir uygulama beklemektedir.

Peki, Türkçe ezan konusunda geçmişte neler yaşandı?

Ezanın ve ibadetin Türkçe olması konusundaki tartışmalar, Türklerin Müslümanlaşma tarihinin başlangıcına değin varıyor. Lakin yaşanan tartışmalara rağmen Arapçılık egemen oldu. Türkçeyi savunmak için çalışmalar yapan ve Türk dilini yaşatma uğraşısı verenler de pes etmedi. Nice eserler yazıldı.

Bunların en ünlülerinden biri 11. Yüzyılda yazılan Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat’it-Türk adlı sözlüğüdür. Kaşgarlı Mahmut, yapıtında Türkçenin Arapçadan zengin ve engin bir dil olduğunu kanıtladı. Ancak yine de Türkler arasında baş gösteren Araplaşmayı durduramadı. Araplaşma dinsel yaşam alanında başlayıp neredeyse her alanda etkisini gösterdi. Türk dili Arapça sözcüklerle boğuldu.

13. Yüzyılda Anadolu’da Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanı Türkçeyi resmi dil ilan etse de sonrasında Türk dili yüzyıllar boyunca sahipsiz bırakıldı. Ozanlarımız ve türkülerimiz olmasa neredeyse unutulup gidecekti.

Türk dili İslamî manada ibadet dili olarak yalnızca Alevi cemlerinde yer alabildi.  Bir de Türk Sünniliğinin mevlit törenlerinde okunan mevlitler ve Türkçe vaazlar Türkçeyi unutulmaktan kurtardı. 

Ancak Osmanlı’daki Arapçılık ve Arapça özentisi öyle ibretlik bir tarihi vakıayı kaydetti ki anımsadıkça derin bir üzüntüye kapılmamak elde değil.  Ne idi o vakıa?

Matbaaya izin verilince basılan ilk kitabın Arapça bir sözlük olması!

Evet, ilk olarak İsmail el- Cevherî’nin Vankulu Lügatı adlı Arapça sözlüğü basıldı. Vankulu Lügatı’nın aslı “Tac’ul-Lüga ve Sıhah’ul- Arabiyye” adını taşımaktaydı. Bu kitap Osmanlıcaya çevrilerek neşredildi.

Öte yandan Osmanlı’nın son döneminden itibaren Türkçe ibadet ve Türkçe ezan tartışmaları son derece etkili sonuçlar verdi. Bu konuda makaleler ve şiirler yazıldı. Bu konuda Ali Suavi başı çekti. Ali Suavi “Ulum” gazetesindeki köşesinde, hutbenin kesinlikle Türkçe okunması gerektiğini savunmuştu. Hatta namazın da Türkçe kılınabileceği düşüncesinde idi. Ancak onun görüşleri yeterli rağbeti görmedi.

Sadece Türkiye’de değil Türk dünyasında da tartışılan ve çeşitli sonuçlar doğuran Türkçe hutbe ve Türkçe namaz meselesini başka bir yazıda ele alacağımızdan bu yazıda yalnızca ezan konusu üzerinde durduğumuzu bir kez daha hatırlatıp bir başka bilgiye geçelim.

Bu konuda merhum Ziya Gökalp’ın şu şiiri meşhurdur:

Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın…
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!

Tarihsel kayıtlara göre ilk Türkçe ezan, 1926 yılının Nisan ayında Erenköy Camii’nde bir müezzin tarafından okundu. Türkçeye yani annesinden öğrendiği dile düşmanlık eden Araplaşmış sözde Türklerin tepkisi üzerine o müezzin görevden alındı.

Türkçe ezanla ilgili çalışmalar büyük Atatürk’ün emriyle 1932 yılına değin kamuya açık olmadan yürütüldü. Yürütülen çalışmalara 6 kişilik hafızlar kurulu öncülük ediyordu. Kurul şu isimlerden oluşmuştu:

Hafız Saadettin Kaynak, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar, Hafız Zeki, Sultanselimli Hafız Rıza.

Bu hafızlar, Türkçe ezanı okuyacak kişilerin çok iyi Arapça bilmeleri ve musikiden de anlamaları gerektiği konusunda görüş birliğine varmışlardı.

Yapılan çalışmalar sonucunda ezan Türkçeye çevrildi. Ancak bir ifade konusunda görüş ayrılığı oluştu. Allah – u Ekber’e Türkçe karşılık olarak; “Allah uludur” mu yoksa “Tanrı uludur” mu denilmeliydi? Karar Atatürk’e bırakıldı.  Büyük Atatürk’ün kararı da “Tanrı uludur” yönünde oldu.

O çalışmaların içinde yer alsaydım kesinlikle bu iki öneriyi de kabul etmezdim. Bence Allah-u ekber sözünün Türkçesi olarak; “Allah yücedir!” sözü seçilmeliydi. Ve ezanda Tanrı sözü de bir kere geçmeli ama o da özgün haliyle yani “Tengri” olarak geçmeliydi.

Arapçada “ekber” sözü hem “en büyük” hem de “daha büyük” anlamına gelmektedir. Bu büyüklük hem maddi büyüklüğü hem de manevi büyüklüğü ifade ediyordu. Oysa Türkçede “daha büyük” başka, “en büyük” başkadır.  Ayrıca maddi büyüklük başka biçimde, manevi büyüklük de daha başka biçimde ifade edilir. Zira Türkçe hem anlam zenginliği, hem de sözcük sayısı bakımından Arapçadan çok ilerdedir. Bu bakımdan ekber sözünün “uludur” şeklinde çevrilmesi isabetli ama cahil halk arasında ulumakla karıştırılacağı öngörülüp onun yerine “yücedir” sözü tercih edilmeliydi.  Ayrıca çok yaygın kullanıma sahip Allah sözü korunmalı ama Tanrı – Tengri sözü de en azından ezanda bir defa da olsa söylenerek halk alıştırılmalıydı. Lakin o günün koşullarında devletin mutlak egemenliği nedeniyle zaten kimsenin itiraz edemeyeceği düşünülerek kısa yoldan ve devrimci bir anlayışla ödünsüz bir yöntem takip edildi. Fakat yıllar geçtikçe gerici anlayış güçlendi ve az evvel ifade ettiğimiz hususları da kullanarak halkın cahilliğini istismar edip Türkçe düşmanlığını körükledi.

1932’de ezan tam metin halinde Türkçeye şu şekilde çevrildi:

Tanrı uludur! (4 kez)

Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak! (2 kez)

Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’nın elçisidir Muhammed! (2 kez)

Haydi namaza! (2 kez)

Haydi felaha! (2 kez)

Tanrı uludur (2 kez)

Tanrı’dan başka yoktur tapacak! (1kez)

Sabah ezanında da; “Namaz uykudan hayırlıdır!” ifadesi vardı.

Açıkça ifade etmeliyim ki ezanın Arapçasından daha ileri bulduğum bu çeviriyi Türkçe bakımından pek başarılı bulmuyorum.

Ben olsaydım ezanı şu şekilde Türkçeleştirirdim:

Allah yücedir! (4 kez)

Yoktur tapacak, Allah vardır ancak! (2 kez)

Muhammed Allah’ın elçisidir! (2 kez)

Haydi namaza! (2 kez)

Haydi kurtuluşa! (2kez)

Tengri yücedir!(2 kez)

Yoktur tapacak, Allah vardır ancak! (2 kez)

Sabah ezanında da aynı şekilde “Namaz uykudan hayırlıdır!” ifadesini yeğlerdim.

Türkçe ezan yasal anlamda ilk kez 30 Ocak 1932 tarihinde Fatih Camiinde Hafız Rıfat Bey tarafından okundu. Daha sonra önce İstanbul olmak üzere yavaş yavaş tüm yurda yayıldı.

Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi 4 Şubat 1933 tarihinde müftülüklere bir genelge göndererek “Türkçe ezan ve kametin memleketin her tarafında bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbikinin zaruri olduğunu, Türkçe ezana riayet etmeyenlerin şiddetle cezalandırılacağını” belirtti. Böylece 7 Şubat 1933 tarihinden sonra İstanbul’da -Evkaf Müdüriyetinin tebliği ile- bütün camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlandı. Hatta ABD’nin Detroit kentinde yaşayan Türkler ezanın Türkçe metnini istemişler ve 1933’ün Mayıs’ından başlayarak ezanı Türkçe okumuşlardı.

1 Şubat 1933’te Bursa’da yaşanan olaylar dışında ezanın Türkçeleştirilmesine yönelik büyük bir tepki oluşmadı. Eylemler ya bireyseldi ya da kaçamaktı. Söz gelimi, cezaî ehliyeti olmayan delilere ve çocuklara Arapça ezan okutularak yasak delinmeye çalışılıyor yahut Ticanî tarikatı üyeleri milli maçlar sırasında Arapça ezan okuyup yasağı bireysel olarak deliyordu.

Ezan üzerinden yürütülen Türkçe ve Türk düşmanlığı, 18 yıllık bir mücadelenin sonunda 16 Haziran 1950’de başarıya ulaştı. Demokrat parti iktidara gelir gelmez CHP’nin de desteğiyle ezanın yeniden Arapça okunması yönünde bir kanun çıkardı. Bu kanunda ezanın Arapça okunma yasağı kaldırıldı ama Türkçe okunması yasaklanmadı.

Evet, ezanın İslam ve Türk tarihinde geçirdiği serüven kısaca böyle…

Çalışmamızın sonunda meseleye dair düşüncelerimizi daha anlaşılır kılmak için maddeleştirerek bir kez daha aktaralım:

  1. Ezan ibadete çağrıdır. Amaç ibadettir. Ezan ise araçtır.
  2. Aracın amacın önüne geçirilmesi yanlıştır.
  3. Ezanın Arapça dışında başka dillerde de okunabileceği İslam tarihinde daha önce de tartışıldı.
  4. İmamı Azam Ebu Hanife, ezanın Arapça dışında bir dille de söz gelimi Farsça da okunabileceği fetvasını verdi.
  5. Aynı şekilde Şafii ulemanın çoğunluğu da Arapça bilmeyenler için ezanın başka bir dilde de okunabileceği fetvasını verdi.
  6. Ezan, İbn Kuteybe döneminden başlayarak uzun yıllar boyunca Buhara ve Horasan’da Farsça okundu.
  7. Ezan Kuzey Afrika’nın bazı bölümleri ve Endülüs’te İbn Tumert’n kurduğu Muvahhidûn Devleti döneminde yine uzun yıllar boyunca Berberice okundu.
  8. Ezanın Türkçe okunması İslam’a aykırı değil tam tersine uygundur.
  9. Cumhuriyet döneminde 18 yıl ezanın Türkçe okunması da İmamı Azam Ebu Hanife’nin fetvasını esas alan İslamî bir uygulamadır.
  10. Tüm bunlara rağmen halkımızın çoğunluğu ezanın Arapça okunmasını istiyor ve ezanı Arapça dinlemek istiyorsa buna saygı duymak icap eder.
  11. Ezanın Arapça okunmasını istemek nasıl saygıdeğer bir hak ise Türkçe okunmasını istemek de aynı derecede saygıdeğer bir haktır. Her iki hakka saygı gösterilip gereği yapılmak zorundadır.
  12. Ezan, Arapça okunmasını isteyenler için Arapça okunmalı, Türkçe okunmasını isteyenler için de Türkçe okunmalıdır.
  13. Bu satırların yazarı Arapça ezan isteyenlerin de Türkçe ezan isteyenlerin de taleplerini desteklemekle beraber tercihini Türkçe ezandan yana yapmaktadır.
  14. Dileyen her Müslüman halkın ezanı kendi dilinde okuyabilme imkânına kavuşması İslam’ın evrenselliğinin kaçınılmaz bir gereğidir.
  15. Ezan siyasi bir tartışma konusu olmaktan çıkarılmalı ve iş erbabına yani bize; din bilginlerine bırakılmalıdır.

Kim ne derse desin talep edenler için Türkçe ezan; su gibi, ekmek gibi, ana sütü gibi bir haktır. Türk milleti, bu hakkı er ya da geç elde edecektir.

İlahiyatçı-Yazar Cemil Kılıç
https://twitter.com/m_cemilkilic