BİR URFA HİKAYESİ: DAMDAKİ ZARİF YABANCI...

Sararmış taşlarla yapılmış evin toprak damında, ilk kez gördüğü o masum canlı da kendisi gibi ürkekti!..

Bir ilkbahar sabahının çocuksu mağrurluğunda; ana kucağından fırlayıp dede ocağına girdiğinde, kuş seslerinin neşe saçan korosu, kalbindeki heyecanı doruğa çıkartmıştı...

Evet, üzerinde yırtık ve de yamalı bir pantolonla, ayağında parçalanmış bir cızlavet vardı ama, yüreği sıfır kilometreydi!..

O mazlum beden, yokluk içindeki küçük mutlulukları, göğsünde bir heyecan madalyası gibi taşımayı çok çabuk öğrenmişti...

Yaşam buydu işte onun coğrafyasında; suya hasret toprakta gül beslemek, umuda menzil biçmek!..

Polis endişesinin kaçakçılara köşe kapmaca oynattığı bir korku mabedinde, tanrının en güzel varlıklarından birinin tüm çarpıcılığıyla ürkek kaçışlar yapması çelişki değildi?..

***

Zarafet abidesi...

Urfalı şair İbrahim Tezölmez ne güzel anlatmıştı onun gibilerinin esiri olduğu yaşam paradoksunu:

"Külhanda gül yetiştirir... Kasap dükkânında bülbül!.."

O, işte önceki gün ilk kez birkaç saniyeliğine gördüğü yeni konuğu izlemek için o sabah da koşarak gelmişti gül kokulu avluya!..

Kara üzüm döken bir "arış"ın (asma) süslediği taş zeminli avluda, coşkunun belirtisi yalnızca taze yapraklarıyla güneşe merhaba diyen ağaçlar değildi!..

Bir kelebek, sanki bir Kerbela'da yolunu kaybetmişçesine mahcup kanatlar çırpıyordu!..

Bir "Yusufututan kuşu", belli ki suya hasret yavrularına bir damla yaşam arıyordu!..

***

Ürkek civan...

Karıncalar kıpkırmızı toprağın üzerinde debelenirken, onun kulakları kuş seslerine kilitli, gözleri ise masum çocukluğunun zarafet abidesine bağlanmıştı...

İşte o nisan sabahı, o kocaman avluya girdiğinde, yine o güzellik sembolünü aradı... Hani tanrının zarafete ilham gösterdiği o varlık var ya, işte onu!..

Kocaman gözlerine tutsak olmuştu onun... "İnsan" dedi içinden, "yüzme bilmek istemiyor şu gözleri görünce...", " Atlamak içine ve boğulurcasına dalmak istiyordu derinliğine!.."

O ceren ise ürküyordu, o garibin güzelliği arayan telaşından!..

Tanrı onu öyle yaratmıştı, güzelliğine derya, gösterişine cimriydi... O yüzden kaçamaktı her saniyesi avludaki misafirden!..

İnce uzun bacakları, kıvrak vücudu, alımlı bedeni ve zarafete methiyeler düzen güzelliğiyle damın bir ucundan burnunu göstermişti yalnızca...

Peçesinin ardına gizlenmiş bir hazal gibiydi uzaktaki o canlı...

Avludaki misafir ise ev sakinlerinin uykuda olduğu o sabah da, asma ağacını çevreleyen taş duvarın arkasına sinip gül kokularını nefesine siper etti!..

Ya kalbi?.. Sevdasını yumruğa çevirip göğsüne dayadı ve "yüreğimin sesi o civanı ürkütmesin" diye dua etti içinden!..

***

Garip misafir...

O zarif canlı, damdaydı yine... Arkada tarihin eski mağaraları, daha ileride özlemini duyduğu Harran Ovası'nın suya hasret toprakları vardı...

Birileri onu işte o ovadan koparıp getirmişti Urfa'nın Kötüler Mahallesi'ndeki o kaçakçı evine...

Başlık parasıyla sevmediği birine verilen bir gelinin biçareliğini yaşıyordu o eve geldiğinden beri...

Kapatıldığı o küçücük odadan her çıktığında, hapse düşmüş bir mazlum gibi çırpınıyordu çardaklı evin ortasında...

Boğuluyordu belli ki ve kaçacak bir delik arıyordu yaşamına yabancı o yuvadan!..

Belki annesini, babasını ve belki de can evinden koparıldığı kardeşlerini arıyordu çırpınışının her kahroluşunda!..

Kötüler Mahallesi'nde, o görkemli evin damına bu yüzden kaçıyordu her fırsatta!..

***

Yas tutan asma!..

İlkbahar bitene kadar, avludaki meraklıyla dama sığınan güzelliğin biçare kovalamacası sürüp gitti...

Her gün ve her sabah... İki yabancı gibi birbirilerini izlediler...

İkisi de ürkekti, ikisi de birbirine inat, birbirinden uzak durdular...

O mazlum çocuk bir sabah aynı heyecanla dedesinin evine girdiğinde, yüreklere ağıt düşüren o garip telaşı gördü...

Asma omuz düşürmüştü kırmızı toprağa... Gül kokuları hapsolmuştu sönük yaprağa!..

Küçücük bedeniyle, avlunun bir köşesinde çember oluşturan insanları araladığında, yaşamın o kaçınılmaz sonuyla karşılaşmaktan kurtulamadı!..

O zarif beden, canı yaşamından çıkmışçasına uzanmıştı taş zeminli avluya... Ne sesi çıkıyordu ne de soluğu!..

***

Ölümün pembe rengi!..

Minik ağzından pembemsi bir kaç damla kan bulaşmıştı taşlara... Ve o kocaman; hani insanın içinde boğulmak istediği gözleri var ya, bir mazlumun serzenişiyle açık kalmıştı öylecesine!..

O çocuk, işte o gözlere kilitlendi, üzüntüsü yanağından akarken... Hıçkırık yiğitlikle kavga etti!.. Ağıt düşmüş boğazında, titreyen çenesiyle isyan etti ölüme!..

"Keşke "diye mırıldandı çocuk içinden... "Keşke, ben seni görmek için gelmeseydim her sabah ve sen kaçmasaydın seni senden koparan o toprak dama!.."

Yalnız o değil, evin diğer sakinleri de gözyaşlarını tutamadılar... Bir kaçakçı evine can ve neşe getirsin diye, Harran'ın ötelerinden, Ceylanpınarı'ndan getirilen o ceylan yavrusu çok yaşayamamıştı Kötüler Mahallesi'nde...

O sabah belli ki bir şeylerden ürkerek yine dama kaçınca, ya aşağı düşmüş ya da intihar etmişti!..

O çocuk; doğduğu o mahallenin yürek yakan öykülerini kaleme her aldığında, yoksulluğun lezzet verdiği satırları işte anılarında zarif bir iz bırakan o ceylanın omuzlarında getirdi size!..

Siz siz olun, yaşamınıza ceylan zarafeti getirenleri sakın ola kaybetmeyin!..

https://twitter.com/FARACYAZIYOR
https://www.facebook.com/mfarac​​​​​​​