NOSTALJİ
BİZ VAR YA BİZ, ESKİDEN İŞKENCEYİ VALİYE BİLE GÖSTERİRDİK ŞİMDİ SIKI mı?
Bugün sizleri yıllar yıllar öncesine götürmek istiyorum
Bugünden tam 41 yıl öncesine.
Tarih 2 Eylül 1977'ydi.
Mesleğimin henüz birinci yılını tamamlamıştım.
Dönemin en hızlı solcu gazetesi Vatan'da çalışıyorum.
Kimler yoktu ki o Vatan'da.
60'ların efsane öğrenci liderlerinden Alp Kuran Genel Yayın Müdürü.
Nihat Behramoğlu “Darağacında Üç Fidan” yazı dizisiyle ortalığı yıkmış geçirmiş.
12 Mart öğrenci liderlerinden, Ulaş Bardakçı'nın öldürüldüğü yargısız infaz sırasında bacağından yaralanarak ömür boyu sakat kalan Hüseyin Özkan.
FKÖ kamplarından geçmiş çiçeği burnunda üniversite görevlisi Cengiz Çandar.
Türkkaya Ataöv, Arslan Başer Kafaoğlu, Müşerref Hekimoğlu, Emil Galip Sandalcı köşe yazıyor.
Aziz Nesin, Nazım Hikmet yazılarıyla olay yaratıyor.
Haslet Soyöz çizdiği karikatürlerle Türkiye'yi kasıp kavuruyor.
Zafer Mutlu gibi Türk medyasının en önemli isimlerinden biri o sırada Ankara büroda çalışıyor.
Ahmet Abakay, Erbil Tuşalp Ankara'dalar ve Ankara Büro Müdürü de İlhami Soysal.
Savaş Ay ilk büyük haberlerini Vatan'da yazmaya başlamış.
Bahattin Yücel Müessese Müdürü.
Ve gazetenin sahibi 27 Mayıs'ın en genç iki subayından biri olan Numan Esin.
2 Eylül günü İstanbul Üniversitesi'nde bir olay çıkmış polis çok sayıda solcu öğrenciyi gözaltına almıştı.
Öğle saatlerinde gazete binasından 4 genç içeri girdi.
Polisin gözaltına aldığı öğrencilerden olduklarını söyledikten sonra “Bize çok kötü işkence yaptılar” dediler.
İstihbarat şefimiz “Can, arkadaşlarla konuş haberi sen toparlayıver” dedi.
Aşağı yukarı yaşıtım olan üniversitelileri dinledim, anlattıkları dehşetti, onlarca toplum polisi sıraya dayağına çekmişti hepsini.
Ama asıl dehşeti yaşadığım an öğrencilerden birinin gömleğini sıyırıp sırtını gösterdiği andı.
Sırtı yediği coplardan kan toplamıştı.
Bir an başımın döndüğünü hissettim.
Bu öğrenciler için sadece haber yapmak yetmezdi, bu işkencenin hesabı da sorulmalıydı.
İyi de bu hesabı kim soracaktı?
O an aklıma “valiyi aramak” geldi.
Telefonu çevirdim, valinin özel kalemi çıktı, kendimi tanıttım “Sayın valiyle görüşmek istiyorum” dedim. “Konu nedir?” diye sordu “Yanımda 4 öğrenci var, feci işkence görmüşler onu anlatmak istiyorum” dedim “Bir saniye” dedi sonra “Buyrun sayın vali hemen bekliyor” cümlesini duydum.
Şaşkınlık içindeydim aslında.
Dönemin en solcu ve sert gazetesi, adı bilinmeyen bir muhabir ve vali “buyursun” diyor.
“Çocuklar” dedim, “toplanın valiye gidiyoruz.”
Onlar da şaşırdı, “Kardeş bir tuzak olmasın” dedi. “Yok canım o kadar da değil” dedim.
Gazete Cağaloğlu'nda, valilik yürüyerek üç dakika zaten.
“Arkadaşlar” dedim “Eğer hepimizi içeri alırlarsa benim işaretimle sırtınızı açacaksınız, tamam mı?”
Girdik valinin yanına.
Vali kim mi? Namık Kemal Şentürk. Babacan görünümlü bir adam.
“Evet çocuklar ne vardı, anlatın bakalım” dedi.
Ben yanımdakilere gözümle “tamam” işareti yaptım, onlar da bir anda soyunmaya başladılar ve birkaç saniye içinde belden üstleri çıplak kaldılar.
Vali Namık Kemal Şentürk, “Durun, ne yapıyorsunuz, ama olmaz ki” gibi sözler söylüyordu yanılmıyorsam ve odaya giren özel kalem de öğrencileri çıkarmaya çalışıyordu.
“Efendim lütfen sırtlarına bakar mısınız?” diye yüksek sesle konuştuğumu hatırlıyorum.
Vali bir an sustu, öğrencilerin arkasına geçti ve sırtlarını eliyle dokunarak incelemeye başladı.
“Aman Allah'ım” diyordu “Olamaz. Böyle bir şey olamaz, kim yaptı bunu?”
Sonra özel kalemine döndü, “Bu çocuklardan başlarına bunun nerede geldiğini öğrenin sonra da sorumlu müdürünü bana bağlayın” dedi, bize de dönüp “Haydi çocuklar geçmiş olsun, siz gidin artık” diye konuştu.
Çıktığımızda işkence gören öğrencilerin acısı sanki geçmişti, kuş gibi hafif hissediyorlardı kendilerini.
O polislere bir şey oldu mu öğrenemedik tabii.
Ama bundan 40 yıl önce hakkınızı aradığınızda ikinci bir dayakla, işkenceyle karşılamıyordunuz.
Şimdi düşünün bakalım, bugün benzer bir durumda İstanbul'un valisi beni kabul eder miydi?
Muhalif bir gazeteciyi o valilik binasından içeri sokar, konuşur ve anlattığı ile ilgilenir miydi?
Bunun mümkün olmadığını herhalde hepimiz biliyoruz.
Peki 40 yıl sonra nereden geldi bu olayı anlatmak aklıma?
10 gün kadar önce Alibeyköy'de bir törene katıldım.
Salon hayli kalabalıktı.
Tam çıkacakken yanıma gelen biri “Can Bey” dedi “Masamızda bir arkadaşım var, 40 yıl önce siz onu ve üç arkadaşını valiye götürmüşsünüz onlar da makamda soyunup işkence izlerini göstermişler hatırladınız mı?” dedi.
Bir an müthiş heyecanlandığımı hissettim.
“Nasıl hatırlamam” dedim, “Gazetecilikteki ilk büyük işimdi, manşetten imzalı giren ilk haberimdi gerçekten onlardan biri burada mı?”
Birlikte birkaç masa öteye gittik.
Saçları benimki gibi beyazlaşmış ama hâlâ dinç görünümlü biri ayağa fırladı, 40 yıllık dostlar gibi sarıldık birbirimize.
Alaattin Dişpençe imiş adı.
Beni konuşurken görünce anıları canlanmış gözünde sonra da olayı masadakilere anlatıp “Acaba hatırlar mı?” diye sormuş. Arkadaşları da “Sorarız” demişler ve bana gelmişler.
O günün kahramanı 4 arkadaş uzun yıllar hiç kopmamışlar birbirlerinden. Sadece bir tanesi son yıllarda başka bir yere göç ettiği için artık çok görüşemiyorlarmış.
BAŞIMDAN GEÇENLER
ŞÜKRÜ BALCI'nın ELİNDEN de ÖĞRENCİ KURTARMIŞTIM
70'li yıllarda şimdiki gibi polis teşkilatı yoktu.
Bazı şubeler ve masalar vardı.
Birinci Şube denirdi birine, siyasi suçlara bakardı buradaki polisler.
İkinci Şube ise asayişle ilgiliydi, içinde hırsızlık masası, cinayet masası gibi bölümler vardı.
Narkotik de ayrıydı.
Birinci Şube yani siyasi şube ise aslında solcuları takip ederdi.
Sağcılar ise zaten devletin doğal müttefikleriydi.
76-77 yıllarında daha sonra İstanbul Emniyet Müdürü de olan ve adı polis okuluna verilen Şükrü Balcı Birinci Şube Müdürü'ydü.
Solcuların korkulu rüyasıydı.
Bir gün gazeteye birkaç öğrenci geldi. “Üç arkadaşımızı polis aldı, akıbetlerinden endişeliyiz” dediler.
“Nereye götürüldüler” diye sordum. Bilmiyorlardı “Birinci Şube aldı” dediler sadece.
O yıllar acemiyiz tabii de biraz acemilik cesareti de var.
Çevirdim Birinci Şube'nin telefonunu.
“Şükrü Balcı ile görüşmek istiyorum” dedim. “Kim arıyor?” diye sorunca “Vatan gazetesi Can Ataklı” dedim.
Gazeteye gelenlerden biri “Tamam oldu” dedi “Vatan Gazetesi deyince sanki konuşacak seninle.”
Birden karşımdaki ses “Buyurun ben Şükrü Balcı” dedi.
Şaşkınlık içindeydim “Müdürüm” dedim “Gazeteye gelen birkaç üniversiteli gözaltına alınan arkadaşlarının akıbetinden endişeli, o arkadaşlar siz de mi?” dedim bir an.
“Nedir isimleri?” dedi. İsimler önümde yazılı, söyledim hemen.
“Aaaa” dedi Balcı “Tamam ya o çocuklar burada, pek bir suçları yok galiba, salıyorum şimdi” diye devam etti ve telefonu kapamadan şimdi hatırlayamadığım bir isme seslendi, “Son getirdiğin o üç oğlanı bırak.”
Sonra “Tamam Can Bey, birazdan gelirler” demez mi?
Tabii inanmadık.
Ama yarım saat sonra çocuklar neşe içinde gelmez mi?
İyi de beni nasıl buldular?
Meğer Şükrü Balcı bunları almış yanına, birer tokat atıp “Dua edin Vatan Gazetesi'nden Can Ataklı'ya, haydi gidin teşekkür edin, bir daha da düşmeyin buralara sakın” demiş.
İyi tarafına denk gelmişiz demek.
İşte böyle.
Dönemin en sert emniyet müdürüne bile ulaşabilir. Derdimizi anlatır ve elinden eylemci öğrenci kurtarabilirdik.
Şimdi nerdeeee?
https://twitter.com/can_atakli_