DEDİKODU

DOĞAN GRUBU OPERASYONUNU MİT MÜSTEŞARI YAPMIŞ

Gazete sayfalarına yansımadı ama sosyal medyada şu sırada en çok konuşulan konuların başında Doğan Grubu'nun başına 1 Kasım'dan sonra tekrar getirilen damat Mehmet Ali Yalçındağ'ın Erdoğan'ın damadı Enerji Bakanı Berat Albayrak'a gönderdiği e-mailler geliyor.
Bilmeyenler için önce konuyu anlatayım.
Red Hack isimli bir hacker grubu var.
Kimlikleri bilinmeyen ve yakalanamayan bu grup değişik dönemlerde ünlü kişi ve kurumların bilgisayar sistemlerine girerek ilginç bilgiler paylaştılar.
Bu grubun son hedefi Enerji Bakanı Berat Albayrak'ın kişisel e-maili oldu.
Berat Albayrak'ın tüm kişisel e-maillerini ele geçiren grup “Dinci faşist darbe girişimi sonrası tutuklanan ve cemaatle ilgisi olmayan bazı kişilerin serbest bırakılmaması halinde” bu mailleri açıklayacaklarını bidirdiler.
Tutuklamalara son verilmeyince de Albayrak'ın kişisel e-mailleri açıklanmaya başlandı.
Bu e-mailler içinde en ilginç olanları (şimdilik) Doğan Grubu'nun tepesindeki isim damat Mehmet Ali Yalçındağ'ın bakana yazdıkları.
E-maillerden anlaşıldığı kadarıyla, Yalçındağ göreve yeniden getirildikten sonra başta Hürriyet olmak üzere grubun elindeki yayın organlarını “AKP'nin dümen suyuna sokmak için” büyük çaba harcıyor ve gerek çektiği sıkıntıları gerekse yaptıklarını Albayrak'la paylaşıyor, bunun da ötesinde bazı adımları atabilmek için “saraydan izin beklediğini” belirtiyor.
Bunlardan birkaç örnek vereyim;
Bir e-mailde Yalçındağ Nuray Mert'in Erdoğan'a hayranlık duyduğunu “O olmasaydı mahvolmuştuk” dediğini anlatıyor.
Bir başka mesajda Ahmet Hakan'ı Sedat Ergin yerine Genel Yayın Müdürü yapabileceğini, bunun için Erdoğan'ın iznini beklediğini belirtiyor.
Hürriyet Ankara temsilcisi Deniz Zeyrek'in muhalefet yaptığı için Erdoğan'ın tepkisini çektiğini söyleyen Yalçındağ bir mesajında da Zeyrek'in CNN'deki programlarını 5'ten 2'ye indirdiğini ama büyük zorluk yaşadığını anlatıyor.
Yalçındağ aynı mesajında Aydın Doğan'ın kızı Vuslat Doğan Sabancı'yı da şikayet ederek “Çok direniyor, ama ben de çok uğraştım, sonunda başardım” diyor.
Yalçındağ bir başka mesajında ise CHP'li Muharrem İnce'nin kendisine gelerek MHP'de Meral Akşener'in desteklenmesi gerektiğini, bunun CHP'de de hareketlilik yaratacağını ve Erdoğan'ın devrileceğini anlattığını belirterek “Kendisine yanlış kapıya geldin demek istedim ama demedim” diyor.
Sosyal medyada “Yeni Alo Fatih” olarak isimlendirilen Mehmet Ali Yalçındağ'ın nasıl bu hale geldiğini, Ankara'da “kulağı delik” olarak bilinen ünlü bir isimden öğrendim.
Anlattıklarını “dedikodu” olarak da niteleyebiliriz elbette ama bana hiç de yabana atılacak gibi gelmedi.
Anlattığına göre Doğan Grubu operasyonunu sarayın talimatıyla bizzat MİT Müsteşarı Hakan Fidan yapmış. Aydın Doğan'ı ziyaret eden Fidan “Başta Hürriyet ve CNN olmak üzere grubun yayın organlarının muhalefete devam etmesi halinde ciddi tedbirler alınacağını” söylemiş. Aydın Doğan ne yapması gerektiğini sormuş. Fidan “Sizin de bizim de güvenebileceğimiz bir ismi işin başına getirin” demiş.
Aydın Doğan “Mehmet Ali Yalçındağ olabilir mi?” diye sorunca Fidan “Biz bir görüşelim” karşılığını vermiş.
Mehmet Ali Yalçındağ'la daha sonra saatler süren görüşmeler yapılmış ve “itimat telkin ettiğine” kanaat getirilince Grubun başına geçmesi onaylanmış.

BUNU YAZMAK GEREK

BASIN ve FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜNÜN OLMADIĞINI İŞİTE BUNUN İÇİN ISRARLA ANLATIYORUZ

Bu yazıyı okumadan önce lütfen “Doğan Grubu'nun başına Mehmet Ali Yalçındağ'ın getirilmesi ile ilgili” diğer yazımı okuyun.
Medya çevrelerinde Mehmet Ali Yalçındağ şu sıralar şiddetle eleştiriliyor ve “iktidar yalakası” olmakla suçlanıyor.
Bu tanımlama doğru ama olayı bir de tersten okuyalım.
AKP iktidarı en büyük darbeyi öncelikle medyaya indirdi.
İktidara geldiği andan itibaren medyayı hem fiilen satın alarak hem de ağır baskı altında tutarak kontrol altına aldı. Medya kontrol altına alınınca kamuoyunda algı yaratmak, eğitimsiz, kültürsüz ve yoksul kesimlerin beynini yıkamak kolaylaştı.
Medya olmayınca sorunları gizlemek, her türlü eleştiriyi önlemek, yapılan hataları bile adeta birer zafer gibi sunmak da mümkün oldu.
Fiilen satın alınanlar elbette zaten iktidarın tam güdümündeydi ama baskı altındaki medyanın işi çok zordu.
Zamanında “Gazeteciler gazetecilikten başka iş yapmasın” diye boşuna çırpınmıyorduk.
Bu çabalar boşa çıktı. Medya patronlarının tamamı asıl gelirlerini medya dışı işlerden sağlamaya başladı.
İşte Doğan Grubu iktidara karşı “direnme gücünü” bu nedenle yitirdi.
Çünkü iktidar çok akıllı biçimde Doğan Grubu'nu yayınları nedeniyle cezalandırmaya kalkmadı.
Elbette Erdoğan miting meydanlarında Doğan'ı çok eleştirdi, hatta halka “okumayın, izlemeyin bu adamın yayınları” bile dedi.
Cezalandırma dolaylı yollardan, medya dışı işlerden yapıldı.
Örneğin vergi salındı, Petrol Ofisi'nin üzerine gidildi, yan şirketlere zorluklar çıkarıldı.
Öyle ki bu hamleler gruba milyonlarca liraya mal oldu her seferinde.
Kamuoyu ise yayınlar nedeniyle bir yaptırım görmediği için örneğin “Doğan Grubu vergiden muaf mı tutulacak yani?” gibi akla ziyan savlarla eleştiri yağmuruna tutuldu.
Bu açıdan bakınca, daha önce dik durmayı beceremeyen Doğan Grubu'nun damat aracılığı ile şirketlerini ve en önemlisi oralarda çalışan binlerce kişiyi korumak için, her türlü onur kırıcı davranışı sergilemesi çok da garip değildir.

HOŞUMA GİDEN ŞEYLER

YA 17-25 ARALIK OLMASAYDI, NE YAPARDIK O ZAMAN

Okurlar bir harika. Dün bir mesaj göndermiş okurlardan biri.
Diyor ki “Vallahi verilmiş sadakamız varmış, ya 17-25 Aralık olmasaydı, ne yapardık o zaman?”
Gerçekten öyle değil mi?
17-25 Aralık tarihine kadar iktidarın cemaatle savaşı dışarı pek yansımıyordu.
Dershaneler olayı nedeniyle cemaatçi medya iktidara eleştiri yağdırıyordu ama kimsenin aklına “paralel yapı ve darbeciler” demek gelmiyordu.
Eğer 17-25 Aralık olmasa kavga bir iç çekişme olarak yine devam edecek ama cemaatin devlet içindeki varlığı artarak sürecekti. O zaman belki darbeye bile gerek kalmayacaktı ama hakimiyeti tümden ele geçirecek olan dinci faşist cemaat Türkiye'yi milyonlarca kişi için “yaşanmaz hale” getirecekti.
Neyse ki parayı paylaşamayan cemaat 17-25 Aralık'ta bildiği yolsuzlukları ifşa etti de asıl savaş başladı.
Böylelikle AKP iktidarının desteği ile iliklerimize kadar işlemiş olan cemaatin gerçek yüzü ortaya çıktı ve tasfiye süreci başlatıldı.
Tabii yine eklemek istiyorum; yıllarca bu tehlikeyi anlattık, dinlemediler, ancak başlarına taş düşünce akıllandılar.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

AMERİKA BAŞKAN ADAYLARI KÜRT DİYOR ARAP DİYOR TÜRK DEMİYOR

Amerika'daki başkanlık seçimleri bizi de tüm diğer dünya ülkeleri gibi elbette yakından ilgilendiriyor.
Kim seçilirse seçilsin elbette her ülkeyi ilgilendiren bazı değişiklikler olacaktır ama unutmayalım ki, Amerika'nın bir de genel siyaseti vardır ve bu siyaset hiçbir şekilde bizim iyiliğimiz için değildir.
Bu nedenle Amerikan seçimlerini bu gözle izliyorum. Kimin seçileceği konusunda kesin tahminim olmadığı gibi kim seçilirse “bizim için daha iyi olur” diyemem.
Sonuçta her iki aday da Türkiye ile ilgili konularda asla bizden tarafta değiller. Onlar için kuşkusuz Türkiye çok önemli bir ülke ama güvenebileceğimiz, sırtımızı dayayabileceğimiz türden değiller, olamazlar da. Çünkü bizim “aleyhimize” gördüğümüz şeyler Amerika'nın menfaatlerine uygun. Basit bir örnek vermek istiyorum. Pazartesi akşamı iki aday ekranlarda yüz milyonların izlediği tartışmaya çıktılar, kendilerini anlattılar, puan toplamaya çalıştılar. Bu tartışmada konu bizim bölgemize de geldi. Her iki aday da Türkiye'den hiç söz etmedi bile. Suriye konusunu ele alırken bayan Clinton “Kürtlere ve Araplara desteğimiz sürecektir” dedi. Aynı bölgede kahramanca çarpışan Türk askerinden söz etmedi. Türkiye'nin dünyada ciddiye alınmadığını söylediğimde yandaşlar çok kızıyorlar. Oysa gerçek ortada.

KOMİK

OYUNCAK TABANCALAR NEDEN TOPRAĞA GÖMÜLÜR?

Ergenekon ve Balyoz davalarından anılarımızda kalan bir sahneyi önceki akşam yaşadık tekrar.
İsimsiz bir ihbar alan emniyet güçleri harekete geçerek Üsküdar'ın Burhaniye Mahallesi'nde boş bir arazide iş makineleriyle kazı yaptı.
Yapılan kazı sonucu toprağa gömülmüş halde 200'ün üzerinde tabanca bulundu.
Haber ilk anda heyecan yarattı elbette..
“Darbeye kalkışan cemaatçiler silahları gömmüş olabilir miydi?” soruları zihinleri kurcaladı.
Ancak işe bakın ki tüm silahlar ortaya çıktıktan sonra polisler bir baktılar tabancaların hepsi oyuncak.
İyi de kim oyuncak tabancaları toprağa gömer ki?
Ya birileri herkesi aptal yerine koyup böyle bir provokasyon yapmaya kalktı ya da bize doğruyu söylemiyorlar.
Nedir doğru söylenmeyen?
Belki de o silahlar oyuncak değil. Ama kazı yapıldıktan sonra kime ait olduğu anlaşıldı ve bunu gizlemek için “tabancalar oyuncak çıktı” yalanını buldular.

ÜZÜLDÜM

ERDOĞAN BORİS JOHNSON'I KABUL ETMEMELİYDİ

Ankara önceki gün ilginç bir kişiyi ağırladı.
Türk asıllı olan İngiltere Dışişleri Bakanı Boris Johnson Ankara'daydı.
Dışişleri Bakanı ile görüştü ama asıl önemlisi Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafında kabul edildi.
Johnson'un Türk asıllı olması şuradan geliyor.
Kurtuluş Savaşı sırasında “Vatan haini” ilan edilen Ali Kemal'in bir İngiliz kadından çocuğu olmuş.
İşte bu Johnson Ali Kemal'in torununun torunuymuş.
Ancak Johnson'un bir başka özelliği daha var.
İngiltere'de açılan “Erdoğan'ı alaya alma yarışmasında” birinci olmuştu.
Bunun da ötesinde AB üyeliği konusunda hep Türkiye'nin aleyhine tavır almış, İngiltere'nin AB'den çıkmak için yaptığı referandumda “Türkler AB'ye girerse İngiltere toprakları Türklerle dolar” diye propaganda yapmıştı.
Bu adam Türkiye'deydi.
Elbette uluslararası ilişkilerde kişisel düşmanlıklar, husumetler etkili olamaz. Ancak Erdoğan'ın da bu adamı kabul etmesi, üstüne üstlük bir de hediye vermesi de kabul edilemez.
Erdoğan konumu gereği Johnson'la görüşmek zorunda değildi. Dışişleri Bakanı ve Başbakan görüşmüş, yeterdi.
Kendisine karşı hakaret yarışmasında birinci olan birini kabul etmek, konuşmak, gülmek ve hediye vermek bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak beni çok rahatsız etti.
Sanıyorum Erdoğan sırf “Bu ülke benden sorulur, benimle konuşmadan kimse adım atamaz” diyebilmek için hakareti sineye çekti ve o adamı sarayda konuk etti.
Ayıp etti.


https://twitter.com/can_atakli_