İSLAM’da GERÇEKTEN MELEK, ŞEYTAN ve CİN VAR mı?

İslam teolojisinde, üzerinde en çok tartışmaların yapıldığı konulardan biri de melek, şeytan ve cin inancıdır. Bu konulardaki gerçeği doğru teşhis etmek elzemdir. Zira hurafelere açılan kapıların çoğu bu konulardan neşet etmektedir. O halde hurafe kapılarının kapanması için gerçeğin kapısını ardına kadar açmak gerekiyor.

Öncelikle melek inancından başlayalım.

İbrahimî dinlerde melek inancının “Angeloji” adı altında ele alındığını biliyoruz. Batı dillerinde melek anlamına gelen angel sözcüğü mevcut. Bu sözcük Yunanca “elçi” anlmamına gelen “angelos” sözcüğünden gelmedir.

İslam angelojisi ise melek sözcüğü ile anlatılmakta. Melek sözcüğü de diğer pek çok dinsel sözcük gibi İbranice kökenlidir.

Arapçada melek sözcüğüyle aynı kökten gelen bazı sözcüklerin oluşturduğu anlam dünyası ilginç bir görüntü sunmaktadır. Mülk, malik, memlük, meleke...  Görüldüğü üzere bu sözcüklerin ortak anlamı bir şeye sahip olma ve güç manalarını içermektedir.

İbrahimî dinler angelojisinde melek tanımları ve meleklerle ilgili bir kısım anlatımlar, Muhammedî İslam açısından primitif / ilkel izahlar olarak nitelenmeyi hak eden bir mahiyete sahiptir.

Egemen dinsel düşüncede melek kavramı izah edilirken aşağı yukarı şunlar deniliyor:

Melekler Allah’ın buyruklarını yerine getirmek için yaratılmış varlıklardır.

Nurdan / ışıktan yaratılmışlardır.

Cinsiyetleri yoktur.

Yemezler, içmezler.

Özgür istençleri / iradeleri yoktur.

Çok hızlı hareket ederler.

Kanatları vardır.

İnsan kılığına girebilirler.

Dört büyük melek vardır: Cebrail, Mikail, Azrail, İsrafil ( Gabriel, Michael, Uriel, Rafael)

Başka mekeler de vardır: Kiramen Katibîn ve Hafaza melekleri gibi...

Meleklere ilişkin özelliklerin tümü gerçekte simgesel anlamlar taşımaktadır. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, meleklerin ontolojik anlamda Tanrı’dan ayrı varlıkları yoktur. Zira melekler aslında doğa güçleri / tabiat kuvvetleridir. Doğa, dünya, evren, varlık bütünsel anlamda Tanrısal görünümü ifade eder. Bu bağlamda doğadaki güçlerin / tanrısal kuvvetlerin simgesel ifadesi olan melek inancını ontolojik bir varlık zeminine dayandırmanın, insan aklının geçirdiği düşünsel evrim esas alındığında isabetli bir inanç olarak görülemeyeceği ortadadır.

Birkaç örnekle konuyu daha da açıklığa kavuşturalım.

Söz gelimi, Cebrail adlı melek gerçekte vahyin, doğanın bağrından / Tanrısal alandan, insan aklına doğuşunu ifade eder. Nitekim Kur’an’da Cibril diye geçen Cebrail sözcüğü, sözcüksel anlam olarak, “Allah’ın gücü” demektir.  Yine Azrail yahut Uriel “Allah’ın durdurması” demektir. Allah yaşamı durdurur. Bu nedenle Azrail’e Kur’an’da, “Melek’ül-mevt / Ölüm meleği” denilmektedir. Allah’ın yaşamı durdurması demek de, aslında biyolojik yasalar çerçevesinde yaşama süresinin sonuna gelmiş bir canlının yaşamını yitirmesi anlamını içermektedir. 

Bir de Mikail ve İsrafil / Michael ve Rafael hakkında bilgi sunalım.

Mikail, İbranice, “Kim Tanrı gibidir?” anlamına gelen bir sözcüktür. İslam teolojisinde doğa olaylarını yönetmekle görevli melek olarak tanımlanan Mikail’in İbranice’deki anlamı da göstermektedir ki, doğa olaylarını yönetmek tanrısal bir hususiyet olmasından dolayı bu melek aslında Allah’ın tabiata olan egemenliği yahut Allah ile tabiatın iç içeliği anlamını içermektedir. Kim Tanrı gibidir, sözünde aynı zamanda bir övgü de söz konusudur. Zira Mikail sözü bu manayı da içermektedir. Mikail, bu bağlamda Tanrı’nın övülmesi diye de anlamlandırılmaktadır. Doğa olaylarının hepsi aslında Tanrı’nın övülmesine matuf eylemlerdir. Bu olaylar gerçekte tanrısal eylemlerdir.

İsrafil’e gelince...

İbrani dilinde Rafael denilen İsrafil adlı melek, İslam teolojisinde kıyametten önce sur adlı bir aygıta (boru yahut boynuz) üfleyerek kıyametin kopuşunu başlatacak olan ve daha sonra tekrar üflediğinde ise yeniden dirilişi sağlayacak olan melek olarak tanımlanıyor.

Rafael, Yahudi inancında şifa meleği olarak niteleniyor. Buradan hareketle İsrafil’i yeniden diriliş eylemini başlatacak ikinci üfleyişi bakımından şifa meleği olarak nitelemek egemen İslam teolojisi açısından da isabetli görülebilir. Muhammedî İslam düşüncesi ise İsrafil’i kıyamet adlı büyük değişim ve dönüşümün başlaması ve tamamlanmasının simgesel ifadesi olarak görmektedir. Kur’an’da İsrafil sözü geçmemektedir. Lakin Sur’a üfleneceğinden bahis vardır.

İsrafil’i, Tanrı’nın soluğu / nefesi olarak da anlamlandırıyoruz. Sur’a üflemek tabiri elbetteki bir nefesi / soluğu çağrıştırmaktadır ki o da Allah’ın nefesidir. Büyük değişim ve dönüşümün başlamasını ve tamamlanmasını anolojik olarak bir boruya nefes üflenerek verilen bir doğal / tabii komutla anlatan Kur’anî ifadeler, insanoğlunun idrak düzeyine hitap gayretinin gerçekçi sonucundan neşet etmektedir.

Türkçeye “Şerefli Yazıcılar” olarak çevirebileceğimiz Kiramen Katibîyn adlı melekler ise egemen dinsel düşünceye göre, insanların sağ ve sol omuzlarında bulunup günah ve sevaplarını bir deftere yazan yazıcılardır. Bu melekler amel defteri denilen defteri doldururlar. Kiramen Katibiyn ifadesi, Yarılma Bölümü 11. Söz / İnfitar Suresi 11. Ayette geçmektedir. Ayrıca Kaf Bölümü 17 - 18. Sözlerde / Kaf Suresi 17- 18. Ayetlerde de bu meleklerden bahsedilmektedir.

Gerçek şu ki, söylenen her söz ve yapılan her iş atmosferde / havada silinmez bir iz bırakmaktadır. Yazmaktan, defterden kasıt aslında budur. Yoksa ki hakiki anlamda bir defter ve yazma eylemi söz konusu değildir. Bu melekleri de, yaptığımız her işin ve söylediğimiz her sözün bıraktığı silinmez izler olarak anlamamız gerekiyor. Defter ve yazı anlatısının modern yaşam ve teknolojik gelişmeler bağlamında artık daha dönemsel bir izah olduğu ortada değil midir? Zira bugün bir kimsenin yaptıklarını ve söylediği sözleri kayıt altına alma işini artık yazıyla, defterle değil ses kaydı yahut görüntü kaydı yapan aygıtlarla yapmak mümkündür. Bu örnek de göstermektedir ki Kur’an’ın bir kısım ayetleri ve izahları kesinlikle dönemseldir.   

Kur’an’da insanları koruyan “koruyucu meleklerden” de bahsedilmektedir. Gerçek şu ki insanları ve dünyadaki yaşamı / canlılığı koruyan bir sistem vardır. Atmosferin Güneşten gelen zararlı ışınları engelleme ve böylece dünyadaki yaşamı koruma gibi bir özelliği bulunuyor. Koruyucu melekle kastedilenlerden birinin de atmosferdeki bu özellik olduğu aşikardır.

Melekler bahsinde üzerinde önemle durmamız gereken bir diğer noktada Hz. Adem Kıssasındaki meleklerle Allah arasındaki konuşmadır. Bu konuda ilahiyatçı yazar R. İhsan Eliaçık’ın, “Kıssaların Anası 1- 2” başlıklı çalışmasından istifadeyle gerçeği gözler önüne sermeye çalışalım:

Malumunuz; bu konu Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde özetle şöyle anlatılmaktadır:

Allah, meleklere, yeryüzünde bir halife yaratacağını söylüyor. Melekler ise; “Biz seni övüp yüceltiyoruz. Böyleyken yeryüzünde kan dökecek birini mi yaratacaksın?” diyor.

Allah; “Sizin aklınız ermez. Ben sizin bilmediklerinizi bilirim. Eğer biliyorsanız eşyanın / nesnelerin adlarını söyleyin bakalım” diye yanıt verir.

Melekler ise buna karşı şöyle derler: “Sen yücesin, bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz, her şeyi bilen sensin.”

Sonrasında Allah, Adem’i yaratır. Adem’i yarattığı nesne topraktır.

Yine İhsan Eliaçık’ın söz konusu anlatımından istifadeyle konumuza devam edelim:

“Adem” sözcüğünün “yeryüzü toprağı” anlamına gelen “edimu’l-arz” kelimesinden türediği en sahih görüştür. Buna göre insan türüne “Adem” adının verilmiş olması yeryüzünde olmuş olmasındandır. Nitekim Arapçada esmerliği artmak (udûme), esmer, kara, yağız (edmâ’), etle deri arası tabaka (edeme), gökyüzü (edîmu’s-semâ), gece karanlığı (edîmu’l-leyl), bir şeyin dış kısmı (edîmu’ş-şey), deri, cilt (edîm) kelimeleri bu köktendir. Sümercede babam anlamına gelen (adamu), Asur-Babil dilinde yapılmış, meydana getirilmiş, ortaya konulmuş, çocuk, genç anlamındaki (adamu), Sabiî dilinde kul, insan anlamına gelen (adam), Türkçede insan, kişi anlamına gelen (adam) ve batı dillerinde (edmurd, edward) sözcükleri de aynı köktendir. İbranicede (adam) insan türü için kullanılan müşterek isimdir. Bu sözcük, Tevrat’ta insan türü anlamında beş yüzden fazla yerde geçer. Kıssada Âdem (Adam) önceki varlıklara nazaran daha gelişmiş, bilgi, akıl, kavram üretme, eşyaya isim koyma, konuşma ve dil yetenekleriyle donatılmış, ev (beyt) yapan, ahlak ve hukuk üreten “insanı” temsil etmektedir.

Adem’in yani insanın “halife” olarak nitelenmesi de bu bakımdan mühimdir. Zira halife, sonra gelen, ardıl demektir. Bu bağlamda Adem yani insan, kendinden evvelki tüm varlıklardan ve canlılardan sonra gelen ve onlara göre gelişmiş, çok değişik yeteneklere sahip olan bir canlıdır. Eşyanın isimlerini bilmesi şeklindeki anlatım da, aslında insanın diğer varlıklardan işte bu türden farklarını ortaya koymak için başvurulan temsili bir izah tarzıdır. 

Öte yandan cennet bahsinde de değindiğimiz üzere Adem ve eşi Havva’nın cennette yaratıldığı ifade edilmektedir. Bu cennet, yeryüzünde bir yerdir. Zira cennet, evren dışında bir yer olarak düşünülemez. Bu arada cennetle ilgili daha ayrıntılı bilgi için ahiret inancı hakkındaki yazımıza müracaat edilebilir.

Bilindiği üzere Allah daha sonra bütün meleklerden Adem’e secde etmelerini yani onu selamlamalarını, onu saygılamalarını ister. Hepsi bu emri yerine getirir ama İblis reddeder.

Gerçekte Allah diye konuşan kimdir? Meleklerle ne kastedilmektedir? İblis neden emri yerine getirmemiştir? Ve elbette gerçekte İblis kimdir, neyi simgeler?

Kısaca bunlara değinelim şimdi...

Tanrı’nın içkinliği / evrende mündemiç oluşu inancı düzleminde düşündüğümüzde bu kıssada Allah olarak konuşan tüm peygamberlerin ve elbette son peygamber Hz. Muhammed’in bilincinde açığa çıkan fıtrî duygudur. Deyim yerindeyse bir nevi varlığın / evrenin iç sesidir. Bu iç ses iyiliğin sesidir. Ona karşı çıkan ve buyruğu yerine getirmeyen de aslında İblis simgelemesiyle ifade edilen kötülüğün sesidir. İnsanda hem iyiliğin sesi hem de kötülüğün sesi vardır. Bu kıssada Tanrı ve İblis arasındaki konuşma gerçekte insanın içindeki iyilik ve kötülük duygularının birbiriyle mücadelesini yansıtmaktadır.

Allah, mutlak iyidir. Karşısında da mutlak kötü vardır. İblis’i kötülüğün simgesi olarak görmenin semantik temeli sözcüğün mana bakımından tahliliyle daha iyi anlaşılacaktır.

Yine İhsan ELİAÇIK’tan istifadeyle devam edelim:

“İblis” sözlükte “Hayret eden, şaşan, hayırsız olan, üzgün bezgin olan, surat asan, ümitsiz olan, şaşkınlığından dolayı susan, şaşakalan” anlamına geliyor. Akadçada Be’el, Baal; Efendi, Tanrı anlamında, eski Filistin halkı tanrılarından Be’el zebub’a İbranîlerin verdiği aşağılayıcı isim olarak da kullanılmıştır. Yine Yunancaya iftiracı, kara çalan anlamında Diabolos, İngilizce’ye kötü ruh, şeytan anlamında Devil olarak geçmiştir.”

Bu kıssanın Kur’an’da yedi ayrı yerde geçtiğini biliyoruz. İblis’ten aynı zamanda şeytan olarak bahsedildiğini de biliyoruz. İblis buyruğa karşı geldikten sonra şeytan oluyor. Bu da şu anlama geliyor ki, insanda var olan kötü duygular, kuvveden fiile geçtiğinde insanın kötü eylem ve düşünceleri şeytan adlandırmasıyla başka bir simgesel ifadeye bürünüyor.

Kur’an’da şeytan anlamında geçen Hannas sözcüğü de mana itibarıyla  geri kalmak, sıkılmak, daralmak anlamındaki hunûs kökünden mübalağa sıfatıdır. Bu bağlamda Hannas da insandaki, gizlenmeye çalışılan ama bir şekilde açığa çıkan kötü duyguları ifade etmektedir. Bu açığa çıkış biçimi insan ruhunun vesvelere yönelmesidir. İnsanlar Bölümünde / Nas Suresinde bu hadiseye işaret eden ifadeler mevcuttur.

İblis’in ateş – toprak kıyası ile Adem’i saygıyla selamlamaması konusu da çok büyük bir simgesel anlatıdır. Ateş; kibri, hırsı, kini ifade eder. Topraksa, tevazuyu yani alçakgönüllüğü..

İşte İblis’in Adem’e secde etmemesi yani onu saygıyla selamlamaması insandaki kibir, hırs, kin gibi duyguların, tevazu duygusuyla mücadelesini anlatmaktadır. İnsan, tıpkı İblis’in Tanrı huzurundan kovulması gibi kendi içindeki kötü duyguları da kovmalı yani onları baskılamalı, dizginlemelidir. Zira o duygular; doğruluk ve dürüstlük yolunun üzerine bir engel olarak oturmakta, insanlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulmaktadır. Yeryüzünde olan şeyleri süslü göstermekte ve insanları onlarla azdırmaktadır. Azmayacak olanlar ise İblis’e yani kötü duygularına tutsak düşmeyen temiz yürekli kimseler olmaktadır.

Yeryüzünde süslü gösterilen şeyler nelerdir?

Şehvet, hırs, servet ve iktidar...

İşte insanoğlu kendisine süslü / güzel / çekici gelen bu şeylere şiddetli bir eğilim göstermektedir. Bunlar onun içindeki İblis’tir aslında... İnsan bunların peşine düşüp eyleme geçtiğinde içindeki İblis de şeytana dönüşüp kişinin eylemlerinde açığa çıkmış oluyor. Dolayısıyla insanı şeytanın azdırması ifadesi de gerçekte İblis’in azdırmasıdır. İnsan azınca İblis, şeytana dönüşmekte ve kişinin eylemleriyle açığa çıkmaktadır.

Kıssada bütün meleklerin Adem’e / insana secde etmesi yani onu saygıyla selamlaması konusunun izahına geldiğimizde de idrakimize doğan yalın gerçek şudur:

Öncelikle bilelim ki burada meleklerden kasıt, doğa ve doğadaki güçlerdir. Yani tabiat ve tabiat kuvvetleridir. Rüzgar, ışık, yağmur, yıldırım, bitkiler, ekinler, yer ve gökler gibi...

Meleklerin Allah’a; “Biz seni övüp yüceltiyoruz, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” demelerinin manası şudur:

Tüm peygamberlerin ve son peygamber Hz. Muhammed’in içinde yankılanan evrensel ve mutlak iyiliğin sesi; “Biz tüm varlığımızı ve eylemlerimizi iyilik zemininde yürütürken, içinde hem iyiliği hem de kötülüğü barındıran insan neden varlık alanına çıkıyor?” diye soruyor.  

Ve Tanrı’nın şöyle demesinin manası nedir?

“Kuşkusuz ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”

Başlangıçsız ve sonsuz varlığın bir parçası olan insanın, varlık alanına çıkması da varlığın zorunlu mevcudiyetinin bir gereğidir. Evet, denilmek istenen budur.

Melek konusunu sonlandırırken bir de “arşı taşıyan melekler” hakkında birkaç kelam etmek yerinde olacaktır, kanısındayım.

Bu ifade Kur’an’da İnanan Bölümü 7. Sözde / Mümin Suresi 7. Ayette ve Gerçekleşecek Olan Şey Bölümü 17. Sözde / Hakka Suresi 17. Ayette geçmektedir.

Arşı 8 meleğin taşıdığı şeklindeki ifade aslında Allah’ın otoritesinin anlatımıdır. Zira dünyada sultanların seyyar tahtlarını geçmişte 4 veya 8 köle taşımaktaydı. Buradan mülhem bir biçimde dönemin insanlarının idrak düzeyine uygun bir anlatımla arşı da sekiz meleğin taşıdığı belirtilmektedir. Arş yani bütün evren ve varlık bir nevi Allah’ın tahtıdır. Kıyametin kopuşu sırasında arşı yani evreni sekiz meleğin taşıdığının belirtilmesi gerçekte kıyamet dediğimiz hadisenin bir yok oluş olmadığını bir kez daha anlatmaktadır. Kıyamet kopsa da yani evrende büyük, hızlı bir form değişikliği yaşansa da varlık ve evren yok olmayacaktır. Zira onu Allah’ın sekiz meleği taşımaktadır. Yani korumaktadır. Taşıyan, koruyan da aslında Allah’ın ta kendisidir.

Nitekim evrenin Allah tarafından korunmakta ve korunacak olması Yaratan Bölümü 41. Sözde / Fatır Suresi 41. Ayette geçen şu ifadede de vurgulanmaktadır:

“Allah gökleri ve yeri yok olmasınlar diye tutmaktadır...”

Tekraren ifade edelim ki; sekiz melek anlatımı biraz evvel de berlittiğimiz gibi yalnızca otoriteye bir vurgudan ibarettir. Yoksa ontolojik anlamda melekten / sekiz melekten bahsedilemez.

   

Cin Konusu

İslam’da önemli konulardan biri de cin konusudur. Kur’an’da bu isimde bir sure de vardır. Sözlük anlamı; örtmek, örtünmek, gizli kalmak demek olan cin, egemen dinsel anlayışta şu şekilde tanımlanmaktadır:

“Duyularla idrak edilemeyen, insanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan ve mümin ile kâfir gruplarından oluşan varlık türü” (İslam Ansiklopedisi, Cin Maddesi)

Bu tanımda Muhammedî İslam’dan sapmanın kalın izleri var. Zira cinleri insanlar dışında ve görünmezlik vasfıyla vasıflı ontolojik varlıklar olarak kabul etme düşüncesi gerçekte İslam dışı bir inanışı yansıtmaktadır. Gerçeği Muhammedî İslam penceresinden bakarak görebiliriz. Ama önce bu cin konusunun dünyanın diğer kültür ve inançlarında da yer aldığını belirtelim. Yahudi ve Hristiyan mitolojisinden tutun, ta Hinduzim’e ve Şamanizm’e kadar cin inancının yahut onu çağrıştıran inanışların olduğunu görüyoruz. Yukarıda verdiğimiz egemen anlayış doğrultusundaki cin tanımının İslam dışı kültür ve inanışların yoğun etkisiyle oluşturulduğu muhakkaktır.

Cinler eski Araplar’da bazan hin kelimesiyle ifade edilmiştir. Farsçada cin karşılığında perî ve dîv kelimeleri kullanılır. Bazı şarkiyatçılar / doğubilimciler, cinin Latince kökenli “genie” veya  “genius” kelimelerinden Arapçaya geçtiğini öne sürmüşlerse de İslam bilginleri bu kelimenin Arapça asıllı olduğunda görüş birliği içindedir. Kök anlamı ve çeşitli türevleri dikkate alındığı takdirde bu görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim doğubilimcilerin bir bölümü de buna katılmaktadır.

Ragıb el- İsfahanî de, el- Müfredat adlı yapıtının cin maddesinde bu kelimeye egemen dinsel anlayış doğrultusunda bir anlam vermektedir. Ona göre cinler, insan ve melek dışında üçüncü bir varlık türüdür. Nitekim İslam bilginlerinin kahir çoğunluğu bu görüştedir.

Cin kavramına ilişkin dinler tarihindeki inanışlara bakıldığında bu inanışın nasıl bir irrasyonel tarihe sahip olduğu görülebilir. Bu noktada İlahiyatçı Süreyya Şahin’in kaleme aldığı, İslam Ansiklopedisi’nin cin maddesinden istifade edilebileceğini belirtmek isterim.

Kur’an’da cin meselesiyle ilgili olarak pekçok ayet vardır. Kur’an’da bir de Cin Bölümü / Cin Suresi adıyla bir bölüm / sure bulunuyor.

Cin sözcüğüyle ilgili olarak en bilinen ayet; “Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım,” anlamındaki ayettir. ( Rüzgarlar Bölümü 56. Söz / Zariyat Suresi 56. Ayet)

Bu ayetten mülhem “ins-u cin” yani insanlar ve cinler ifadesi günlük konuşmalarımıza bile yerleşmiş ve bir deyim haline gelmiştir.

Bu ve benzer pekçok ayete bakıp cinlerin insan dışı ve gözle görülmez müstakil varlıklar olduğuna inanan Müslümanların sayısı inanmayanların sayısıyla kıyas bile kabul etmeyecek derecede çoktur. Oysa gerçek onların sandığı gibi değildir.

Zira “cinler”  etrafımızda uçuşan (alem dışı) haricî varlıklar değildir. Alem içinde fakat “görünmeyen, tanınmayan, yabancı” demektir. Söz gelimi, bugün yeryüzünde bir milyon canlı türü var. Bir zamanlar otuz milyonmuş. Biz ömrümüz boyunca bunların kaçını görürüz? En fazla yüzünü, hadi bilemediniz beş yüzünü… İşte deniz altlarında, ormanlarda, ağaç kavuklarında, toprağın altında, kayalıklarda vb. geri kalan bütün göremediklerimiz cindir. Onları da Allah var etmiştir. Bu anlamda “ins-u cin” yani insanlar ve cinler, görünen ve görünmeyen tüm varlıklar anlamında Türkçede “sabah-akşam”, “yaş-kuru”, “gece-gündüz” dememiz gibi bir deyimdir. (İhsan ELİAÇIK, Gayb Nedir -2)

Kur’an’da Kum Tepeleri Bölümü / Ahkaf Suresi ve Cin Bölümü / Cin Suresi’nde “cinlerden gelen bir heyetin Hz. Muhammed’le görüştüğü” şeklindeki ifadeleri de doğru anlamak gerekmektedir.

Kastedilen; “cinlere inanan insanlardan bir heyet” ifadesidir. Evet, o dönemde cin inancının çok yaygın olduğu Nusaybin ve yöresinden bir heyet Hz. Muhammed’le görüşmeye gelmiştir. Bu gerçeği Taberî de tefsir çalışmasında açıklamaktadır. Gelen heyet, Hz. Muhammed’den Kur’an dinlemiş ve Kur’an’a iman etmiştir. Böylece cinlere inanmaktan vazgeçmişlerdir.

Gerçek şu ki cin kavramı etrafında oluşan akıl dışı / irrasyonel inanışlar bir rasyonalite kitabı olan Kur’an’ın alevinde erimektedir. Alev ve erimek sözcüklerini özellikle kullanıyorum. Zira cin denildiğinde tıpkı şeytan kavramında olduğu gibi akla hemen ateş sözcüğünün geldiğini biliyorum. Ateşin ve alevin eritici, yakıcı özelliği de malumdur. Kur’an akıl dışı inanışları aklın ateşi ve aleviyle yakıp eriten bir kitaptır. Kur’an’ın bu özelliği Cin Bölümü 9. Sözde / Cin Suresi 9. Ayette çok çarpıcı bir biçimde dile getirilmektedir.

“Gerçek şu ki, biz göğün bazı yerlerinde dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinleyecek olursa kendini gözetleyen parlak bir alev bulur.”

Cin sözü, tıpkı İblis ve şeytanlar gibi bazen insanların iç dünyalarındaki çeşitli dürtüler anlamına gelmek üzere de kullanılmaktadır.

Kur’an’a göre cinlerin ve şeytanların doğası “kavurucu ateş” olarak betimleniyor. (Hicr Bölümü 27. Söz)

Kavurucu ateşten maksat; kızgınlık, şehvet, öfke, haset, ihtiras gibi dürtülerdir. Demek ki iç dünyamızda (zati’s-sudur) “kanın damarda dolandığı gibi dolanan” öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, şehvet vb. dürtüler, kişileştirilmek, canlı bir varlıkmış gibi resmedilmek suretiyle “şeytan” yahut “cin” adını alıyor. Bunlar bizi ve çevremizi ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi yer bitirir. Cinler, tıpkı iblis ve şeytanlar gibi bir başka açıdan insanların içindeki kötü duyguları da ifade etmektedir.

İşte Kur’an da içimizdeki kavurucu ateşi söndüren akıl ateşidir.

Evet, Kur’an cincilik yapıp sözde göğün bazı yerlerinde oturarak bazı sırlara vakıf olduklarını iddia edenleri yakıcı aleviyle yakmaktadır. Bu ifadeler göstermektedir ki, Hz. Muhammed’e gelen heyet bundan böyle artık cincilik yapmayacaklarını ve cin inancını terkedeceklerini ilan etmişlerdir.

Kum Tepeleri Bölümü / Ahkaf Suresi ve Cin Bölümü / Cin Suresi’nde geçen bütün cin sözükleri yerine yabancılar, tanımadıklarımız, cinlere inanan ve cincilik yapan kimseler sözlerini koyduğumuzda konuya ilişkin gerçek anlam ortaya apaçık bir biçimde çıkmaktadır.

Cin Bölümü 4. Sözde / Cin suresi 4. Ayette geçen ifadeler de meselenin gerçek boyutunun anlaşılması bakımından bir hayli dikkat çekicidir.

Şöyle deniliyor:

“Meğer bizim beyinsizlerimiz, Allah’a ilişkin yalan yanlış şeyler söylüyormuş.”

Evet, Hz. Muhammed’e gelen heyet böyle diyor. Allah’a ilişkin söylenen yalan yanlış şeyler nelerdir, sorusuna verilecek yanıt da bizzat konunun kendi içeriğinde yer almaktadır. Bir önceki ayette de belirtildiği üzere Allah, eş ve çocuk edinmemiş olduğu gibi birilerinin iddia ettiği şekilde kendisine yardımcılar anlamında ne müstakil bir varlık olarak melek var etmiştir ne de insan dışında ve fiziki alemin yasalarını aşan şeytan ve cinler var etmiştir.

Ontolojik açıdan meleklerin, şeytanın / şeytanların ve cinlerin var olduğu iddia etmek Kur’an’a ve tevhid inancına aykırıdır. Peygambere gelen heyet, onunla konuşup Kur’an’ı dinledikten sonra bunu beyinsizlik olarak niteliyor.

Cin inancı, cincilik ve falcılık gibi “bilinmezden haber verme ve büyücülük” sahtekarlığının temelini oluşturmaktadır. Bu sahtekarlık yüzyıllar boyu cahil insanların duygularını sömürme aracı olmuştur. Bu sahtekarlığın ortadan kaldırılabilmesi için Kur’an’ın akılcı yorumunu güçlendirmek, dini yeniden Muhammedî bir temele oturtmak gerekmektedir.

Son söz olarak yeniden belirtelim ki, Kur’an göre ne Allah’tan ayrı melek / melekler diye bir şey vardır ne de ontolojik manada İblis, şeytan ve cin vardır. Bunların tümü mecazi anlatımlardır. Melekler, Allah’ın güçlerini ifade eder. İblis ve şeytan da insandaki kötücül duyguları anlatım aracıdır. Cin ise, bilmediğimiz, vakıf olmadığımız, tanımadığımız topluluklar anlamına gelmektedir. Cin, bazen de tıpkı İblis ve şeytan gibi içimizdeki kötücül duygu ve dürtülerin ifade biçimidir.

Hurafe ve batıl inançlardan sıyrılıp Kur’an’a uyanlara ne mutlu!

Ne mutlu inancını aklın ve bilimin süzgecinden geçirebilenlere!

Ne mutlu Muhammedîlere!

İlahiyatçı-Yazar Cemil Kılıç

https://twitter.com/m_cemilkilic