LOZAN ÇIKIŞI; “YAHU ATATÜRKÇÜ FALAN OLMADIM”
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın durup dururken “Lozan'ı zafer diye yutturdular” açıklaması doğal olarak büyük tartışma yarattı.
Tabii Erdoğan'ın sözlerindeki tarihsel yanlışlığı mı düzeltelim, hiç gereği yokken neden böyle bir açıklama yapıldığını mı sorgulayalım ben de bilemiyorum.
Ancak gördüğüm kadarıyla Erdoğan bir taraftan “gündem değiştirirken” diğer taraftan da kendisine oy veren kitlelere “bilinçaltı” bir mesaj verdi.
Cemaatin dinci faşist kalkışmasından sonra büyük bir karşı harekât başlatan iktidar, muhalif kesimlerin de desteğini almak için demokrasi, hukuk gibi kavramlara tekrar sahip çıkmış göründüğü gibi Atatürk'ü de anmadan edemedi.
Herşeyi bir kenara bırakın bütün kentlerin “Hakimiyet milletindir” sözüyle donatılması bile yeter.
Bir kısmı görmezden gelinse bile bu sözün Atatürk'e ait olduğunu bilmeyen yok.
Bunun da ötesinde bazı bakanlar Cumhuriyet değerlerine dikkat çekerken, bizzat Başbakan da Atatürk'ün kurduğu cumhuriyetin nimetlerini anlatarak darbeye karşı çıkış pozisyonu aldı.
İktidarın bu tavrı özellikle muhalif kesimlerde “AKP de Atatürk'ü nihayet keşfetti. Bu güne kadar hep karşı çıktılar, düşmanlık tohumları ektiler ama kurtuluş reçetesinin laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti olduğunu nihayet anladılar” yorumlarına neden oldu.
Bu ortam AKP'nin dinci-gerici-cumhuriyet ve Atatürk düşmanı tabanında rahatsızlık yaratmaya başladı.
Dinci-milliyetçi AKP tabanında milliyetçi-dinci akıma yöneliş olduğunu fark eden AKP kurmaylarında da rahatsızlık giderek artmaya başladı.
İşte Erdoğan'ın durup dururken yaptığı Lozan açıklaması bir anlamda tabandaki bu rahatsızlığa bir neşter atmaktır.
Erdoğan açıkça diyor ki “Ey ahalim, Atatürkçü falan olduğum yok. Ben nerede duruyorsam orada duruyorum, siz de telaşa kapılmayın.”
Gördüğüm kadarıyla Erdoğan'ın Lozan çıkışı dinci-milliyetçi AKP tabanında büyük ferahlık yarattı.
Yandaş kalemler, yeniden hayat suyu bulmuş gibi Lozan'ı bahane ederek Atatürk devrimlerine ve Cumhuriyetin temel ilkelerine saldırmaya başladılar.
Atatürk ve dava arkadaşlarının yeni Cumhuriyeti kurarken Türkiye'nin çıkarlarını korumamakla, Lozan'da büyük kayıplar verilmesine göz yummakla, Batı uşaklığı yapmakla suçlamaya başladılar bile.
Lozan çıkışı “Yerleşik düzene karşı çıkmak” adı altında Türkiye'yi medeni dünyadan koparma, hukuk, demokrasi, insan hakları gibi kavramları sadece kendi çıkarı için kullanma, Türkiye'yi “vahabi” türü bir İslam devletine götürme yolunda atılmış yepyeni ve tehlikeli bir adımdır.
Bunu böyle bilmeli ve buna göre davranmalıyız.
BUNU YAZMAK GEREK
LOZAN'DA “BİR ŞEY KAZANILMADIĞINI” SÖYLEYENLERE KÜÇÜK BİR HATIRLATMA
Dinci çevreler, AKP iktidarının yarattığı iklimden yararlanarak Cumhuriyet ve Atatürk devrimleri ile ilgili yeni bir yıpratma karalama, aşağılama kampanyasına başladılar.
Şimdi dillerinde Lozan var.
Saraydan gelen işaret ile Lozan'ın bir “başarı-zafer” olmadığını tam tersine Türkiye'nin Lozan'la çok şey kaybettiğini söylüyorlar yine.
Lozan'ı dillendirmeyenlerin Sevr'den hiç söz etmemeleri de ne kadar garip değil mi?
Osmanlı İmparatorluğu'nun imzaladığı Sevr ile koca bir ülke neredeyse tamamen yok edilmişti.
600 yıllık Osmanlı, bir ulusu gömen anlaşmayı gözü kapalı imzalamıştı.
Bunu hiçbir dinci-milliyetçi dile getirmiyor.
O halde uzun laf etmeden sadece birbiri ardına gelen ve biri Osmanlı diğeri de genç cumhuriyet tarafından imzalanan iki anlaşmaya bakalım.
“Lozan'da ne kazandık?” diyorlar.
Osmanlı padişahı İstanbul'u İzmir'i, Antalya'yı, Trabzon'u, Rize'yi, Sivas'ı Erzurum'u, Diyarbakır'ı Gaziantep'i, Maraş'ı vermişti hepsini geri aldık.
Ordumuzu yeniden kurduk.
Kapatılan askeri okulları, hastaneleri açtık.
Kumpasla elimizden alınan Hatay'ı da Lozan'dan 16 yıl sonra topraklarımıza kattık.
Lozan'ı küçümseyen ve Musul ve Kerkük'ü bile verdiğimizi söyleyenler ise bir Süleyman Şah Türbesi'ni bile koruyamadılar.
DEDİKODU
BAŞBAKAN YILDIRIM BEKLENMEDİK ANDA GİDEBİLİR, ŞAŞIRMAYIN
Ankara kulislerini çeşitli kanallardan izlemeye çalışıyorum. Son duyduğum kulis dedikodularına güleyim mi, ağlayayayım mı bilemedim. Aldığım duyumlara göre Başbakan Binali Yıldırım sarayın gözünden giderek düşüyormuş.
Nedeni çok basit.
Yıldırım'ın kamuoyundaki popülaritesi artıyor. Sarayı “ülkenin tek yönetcisi ve hakimi olarak gören” ve bu nedenle sözde uyum sağlandığını göstermek için sazan gibi atlayarak Binali Yıldırım'ı övme yarışına giren yandaşların tavrı da Erdoğan'ın sinirini bozuyormuş. Ankara'daki “kulağı delik” kaynaklarımdan biri “Binali Yıldırım'ın hiç beklenmedik bir anda istifa ettiğini duyarsan sakın şaşırma” dedi. Niye şaşırayım ki, bu iktidarla birlikte “şaşırma” duygumuzu da yitirdik. Hiçbir şeye şaşırmayız.
CANIMI SIKAN ŞEYLER
OHAL TABİİ Kİ UZUN SÜRECEK BAŞKA TÜRLÜ YÖNETEMEZLER Kİ
Cumhurbaşkanı Ohal'in uzun süreceğini açıkladı. Hatta “12 ay da yetmeyebilir, daha da uzar” dedi.
Malumun ilanı aslında.
Ohal tabii ki çok uzun sürecek.
Çünkü bu iktidar artık yönetme gücünü tamamen yitirdi.
Demokrasinin, hukukun işlediği bir ortamda ülkeyi asla yönetemeyeceklerini biliyorlar.
Sayısal güçlerine güvenerek demokrasiyi, hukuku askıya alarak, parlamentoyu devre dışı bırakarak ve “canlarının istediği” biçimde Kanun Hükmünde Kararnameler çıkararak ayakta durabilirler ancak.
Cemaatin dinci faşist darbe girişimine kadar da aslında sanki Ohal varmış gibi yönettiler ülkeyi. Demokrasi ve hukuk kuralları hiç işlemiyordu. Parlamento sözde açıktı ama sayısal çoğunluk sayesinde istediklerini yapabiliyorlardı.
Darbe girişiminden sona “şekli demokrasinin” de uygulanamayacağı ortaya çıktı ve AKP iktidarı tam da istediği ortamı bularak Ohal ilan etti.
“Canının istediği her şeyi yapabilme” gücünün tadını alan ve önündeki her engeli böylelikle kaldıracağına inanan bir zihniyetin Ohal'den vazgeçmesi mümkün olabilir mi?
Ohal olmasa muhalefete yönelik bunca operasyon, gözaltılar, tutuklamalar, televizyon, radyo, internet kapamaları yapabilirler mi?
MERAK ETTİĞİM ŞEYLER
TARIMDAKİ DURUMUMUZ İÇLER ACISI
Türkiye'nin bilgili, mantıklı ve öngörülü ekonomi uzmanlarından Mustafa Pamukoğlu ile zaman zaman sohbetler ederim. Bilgilerinden yararlanmaya çalışırım. Pamukoğlu geçenlerde kısa bir not gönderdi.
Tarımda içler acısı durumda olduğumuzu söyleyen Pamukoğlu “Yaşadığımız diğer sorunlar nedeniyle, halkın asıl derdi olan sorunlara pek vakit ayıramıyoruz, oysa bu hepimizin geleceği” diyor. Pamukoğlu ince detaylara girmeden birkaç soru göndermiş. Bunları sizle paylaşmak ve konunun ilgililerinin dikkatine sunmak istiyorum. Belki darbe, Lozan, Moody's gibi sorunlardan başlarını kaldırıp da bunlarla ilgilenme nezaketi gösterirler.
1- Neden yağlı tohum ithal edip dış ticaret açığının 4,5 milyar dolarlık bölümüne neden oluyoruz?
2-Neden ayçiçeğini ithal ediyoruz? (Dış ticaret açığı 4,5 milyar doların 2,5 milyar doları ayçiçeğinden kaynaklanıyor. Türkiye'nin yıllık ayçiçek ihtiyacı 3 milyon ton, beklenen rekolte 1,1 milyon ton, açık 1,9 milyon ton)
3- Nadas alanları neden fazla? Buralarda neden üretim yapılmıyor?
4- Nohut- mercimek gibi bakliyat ürünlerini neden ithal ediyoruz? Oysa 80'li yılların başında nohut ve mercimekte dünya birincisi idik.
5- Nişastada kotalar neden kaldırılıyor? Bu pancar çiftçisine zarar vermez mi?
6- Tarımsal birlikler ne yapar? Tarıma katkıları ne?
7- Milyonlarca dönüm tarım arazisi boş. Bu tarımda dönüşüm seferberliği ile üretime kazandırılabilecek mi?
Pamukoğlu notunun sonunda “Tarım politikamız ve yeni dönüşüm paketi tüm boyutları ile lime lime edilmeli” demiş.
DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER
NURAY MERT ELBETTE ERDOĞAN HAYRANI DEĞİLDİR
Red Hack grubunun Enerji Bakanı Berat Albayrak'ın “kişisel e-maillerini” ele geçirmesi ve açıklaması fırtınalar koparıyor.
Açıklanan e-maillerden bir bölümü Doğan Grubu ile ilgili.
Bu maillerden Doğan Grubu'nun başındaki damat Mehmet Ali Yalçındağ'ın (Dün istifa etti) Doğan medyasını iktidarın emrine sokmak için nasıl çaba harcadığını öğrendik.
Bu maillerdeki bir kişisel ayrıntı da, AKP'ye önce destek veren, sonra pişman olan liberal isimlerden akademisyen-yazar Nuray Mert'in “Şu anda Erdoğan olmasa mahvolmuştuk” sözlerinin ortaya saçılması oldu.
Kimileri bunu Nuray Mert'in “Erdoğan hayranlığı” olarak niteledi.
Mert ise dün yazdığı bir yazıda kendini savundu, Erdoğan hayranı olmadığını, ancak bu sözler nedeniyle mahalle baskısına uğradığını anlattı özetle.
Doğrudur, Nuray Mert, Erdoğan hayranı değildir ve olamaz da.
Bunu yüzüne, kıyafetine, yaşam biçimine baktığınızda hemen anlarsınız.
Nuray Mert ve benzerlerinin hatası başka.
Son noktadan baktığımızda Mert'in sözleri yanlış değil. Evet, şu an itibarıyla Erdoğan olmasa dinci faşist cemaatle başa çıkmak mümkün değildir. Ama unutulan veya görünmeyen şu; Erdoğan olmasaydı zaten bu dinci faşist yapılanma da olmayacaktı.
Cemaatin sebebi olan Erdoğan'ın şimdi kurtarıcı olarak savunulması bir ironidir.
Nuray Mert ve benzerleri, kendi demokrasi, hukuk, insan hakları anlayışlarının Erdoğan'ın bu konudaki görüşleriyle uyuştuğunu sandılar.
Erdoğan'ın bu kavramları evrensel olarak değil sadece kendi gibi düşünenler için savunduğunu görmediler, anlamadılar ve uyuşturulmuş gibi AKP'ye destek verdiler.
Uyandıklarında vakit çok geçti.
Şimdi kendi başlarına da bela olan canavarı, bizzat yaratanına güvenerek imha edeceklerini sanıyorlar.
ÇOK GÜLDÜM
VALLAHİ KARINIZA SADECE DOĞRUYU SÖYLEDİM
Yıldırım Tuna'dan bir tatil günü tebessümü;
Adam evine dönünce karısını hüngür hüngür ağlarken bulmuş. Telaşla sormuş. “Eczacı” demiş karısı içini çekerek. “Telefonda bana küfür etti!”
Adam öfkeyle eczaneye koşmuş. “Sen ne dedin benim karıma” diye saldırmış eczacıya..
“Durun!” demiş eczacı, “Bir de beni dinleyin. Bu sabah saatin alarmı çalmayınca hayli geç kalkabildim. Kahvaltı etmeden kapıdan fırladım ki evin ve arabanın anahtarlarını içeride unutmuşum. Pencerenin camını kırarak anahtarları aldım. Geciktim diye biraz hız yapınca yolda ceza yedim. Yolda lastiğim patladı. Eczaneye geldim ki kapıda bir sürü insan bekleşiyor. Kapıyı açarken telefon yerinden fırlarcasına çalıyordu. Birinin parasının üzerini vermek için hamle yaptığımda paralar yere saçıldı. Ellerimin ve dizlerimin üzerinde paraları toplarken telefon hâlâ çalıyordu. Ayağa kalkarken kasanın açık çekmecesine başımı vurunca yere yuvarlandım. Telefon hâlâ çalıyordu. Hamle yaparken ortadaki rafa çarptım. En pahalı parfümler yerlere düşüp kırıldı.. Telefon hâlâ deli gibi çalıyordu.. Sonunda açtım.. Karınız arıyormuş. ‘Rektal termometreyi nasıl kullanacağım?'diye sordu. Beyefendi size yemin ederim karınıza sadece doğruyu söyledim!”
https://twitter.com/can_atakli_
https://twitter.com/can_atakli_