ANALİZ

Bu hava, hayra alamet değil

Uzun süredir Erdoğan’ı hayretler içinde izliyorum.

Daha önce birkaç kere yazmıştım hatırlarsınız, sanki çevresindekiler Erdoğan’a hata üzerine hata yaptırmak için çabalıyorlar.

Aynı cümle içinde hem milli birlik beraberlik mesajı verip hem de ülkenin yarısından fazlasını “hain, darbeci, dış güçlerin oyuncağı, terörist” ilan edebiliyor Erdoğan.

Üstelik bunun dozu her geçen gün daha da artıyor.

Örneğin, son Bakanlar Kurulu’ndan sonra “Ulusa Sesleniş” niteliğinde yaptığı konuşma yine böyleydi ve inanın dinlerken kanımın çekildiğini hissetim.

Çünkü korona konusunda hepimizin yüreğinde bir umut ışığı belirmişken, lafı birden kendinden olmayanlara getirip “Yeni dönemde bunların hepsini gömeceğiz” türü sözlere anlam veremiyorum.

“Ülkemizde, maalesef tek parti devrinden beri, bu millete maddi manevi eziyet eden bir anlayışın, salgın günlerinde bile içindeki kiri ortaya saçmaktan vazgeçmediğini görüyoruz. Bu faşist zihniyet, hala vesayet, darbe, cunta özlemiyle yanıp tutuşuyor” diyor Erdoğan örneğin.

Bu sözleri CHP’lilerin son günlerde söylediklerine dayandırdığını belirtiyor Erdoğan ve her ne ilgisi varsa; “15 Temmuz’da milletten aldıkları derse rağmen aynı yolda yürümeye devam ediyorlar” suçlaması yapıyor.

Erdoğan’a göre, CHP’nin “iflah olması” mümkün değil.

Neye dayandırıyor bilemiyorum ama Erdoğan, CHP’nin sürekli iftira attığını, insanların mahremiyetine girdiğini ileri sürüyor ve “Bu, karşımızdaki hastalıklı zihniyetin iflah olmayacağının göstergesidir. CHP yöneticilerinin yaptıkları, demokrasiyle, hukukla, hatta insanlıkla bağdaşmaz” diyor, diyebiliyor.

Erdoğan, her ‘birleştirici, bütünleştirici’ konuşmasından sonra yaptığı gibi yine şiddetli bir dil kullanarak medyayı da uyardı son konuşmasında.

Yine, “yeni dönem vurgusu” yaptıktan sonra, “CHP yöneticileriyle aynı zihniyetin medyadaki mensuplarını, buradan bir kez daha ikaz ediyoruz. Beyhudelerle uğraşmayın. Türk Milleti, sizi ne o sandıktan çıkartır, ne de sırtınızı yasladığınız darbecilere meydanı bırakır. Kesinlikle milli değilsiniz, yerliliğiniz de tartışılır. Siz bu ülkede ne kadar bozguncu, ne kadar sapkın, ne kadar azgın varsa hep onlarla birlikte oldunuz. Asla milletin safında yer almadınız. Sizin ne omurganız, ne davanız, ne kavganız var. Siz mitolojideki sadece düşmanlıktan, nefretten, acıdan beslenen yaratıklar gibisiniz. Ne millete, ne insanlığa dokunan en küçük bir faydanız yok” diyor.

Erdoğan’ın, “İnsanlık nasıl Covid-19’u yenecekse, Türkiye de bu bağnaz zihniyeti tarihe gömecektir. Türkiye’nin yeni dönemdeki en önemli kazanımlarından birinin de siyasetteki bu değişim olacağını ümit ediyoruz” sözleri ise işin tuzu biberi.

Aslında son cümleden yola çıkarsak, Erdoğan’ın son zamanlardaki tavrının hiç de hayra alamet olmadığını söyleyebilirim.

Sanki ya baskın bir seçime gidecek ya da kendi durumunu kurtarmak için olabilecek en sert tavrı alarak, herkesi sindirecek.

Güç, şiddet kullanarak bunu yapabilir belki ama bu sürdürülebilir olamaz.

Seçimi tek çare görebilir.

Kimileri, “Kazanması mümkün değil, ayrıca neden seçime gidip riske atılsın? Sanki kazansa bile işsizlik azalacak, ekonomi düzelecek, dış sorunlar çözülecek mi?” diye soruyorlar.

Hiçbiri düzelmediği gibi daha da büyüyecek.

Ama bu sorunlardan etkilenmeyecek büyük bir kitlenin desteği ile kendinden olmayanlara yönelik şiddeti artıracaktır.

Darbe söylentilerinin özellikle çıkarıldığını, AKP trollerinin mermili göndermelerle ölüm tehditlerini fütursuzca yapabilmelerini asla yabana atmayın.

Hayra alamet değil derken, kastettiğim budur.

BUNU YAZMAK GEREK

Yaşatılsalar bugünleri yaşamazdık

Bugün çok acı bir olayın yıl dönümü.

68’li yılların en önemli öğrenci liderlerinden Deniz Gezmiş ile Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 6 Mayıs 1972 yılında idam edilmişlerdi.

Yaşları henüz 25 bile olmamıştı, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan 24, Hüseyin İnan 22 yaşındaydı.

Onların idam edilmesine engel olacaklarını düşünen Mahir Çayan ve arkadaşları ise bu idamlardan sadece bir ay önce topluca öldürülmüşlerdi.

Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp, 27 Mart 1972’de, Ünye’deki NATO üssündeki görevli ikisi İngiliz, biri Kanadalı üç kişiyi kaçırmış ve karşılığında idamların durdurulmasını istemişlerdi.

Rivayete göre, NATO bünyesindeki “Türk kontrgerillası”, ilk saha operasyonunu rehinelerle birlikte Tokat’ın Kızıldere köyündeki bir evde saklanan bu gençlere karşı yaptı.

Bombalarla ve makinalı tüfeklerle yapılan operasyonda, evdeki rehineler dahil, herkes öldü.

Sadece üst kattan alt kattaki samanlığa düşen ve buradan kaçamayan Ertuğrul Kürkçü bir gün sonra sağ ele geçirildi.

Aradan tam 48 yıl geçti.

Şimdi düşünüyorum, bir ay içinde öldürülen bu 14 pırıl pırıl genç insanımız ve onların dışında hayatına kastedilen yüzlerce gencimiz bugün yaşıyor olsaydı ne olurdu?

Çok farklı bir Türkiye’de yaşıyor olacağımızı söyleyebilirim.

Çünkü o gençler, sıradan sokak kabadayısı, derslerini boşvermiş haytalar değildi.

Yaşam öykülerine bakın, hepsi de okullarında başarılı, ders notları yüksek, zekaları normalin üzerinde gençlerdi.

Eğer o gençler öldürülmeseydi; birincisi hepsinin yeteneklerinden yararlanılacaktı mutlaka. İkincisi, Türkiye bu hukuk ve insanlık dışı pis operasyonlara imza atmamış, demokrasisi daha gelişmiş bir ülke olacaktı.

Amerikancı yöntemlerle toplum böyle bastırılmayacak; gerici ideolojiler, oynayacakları geniş bir alan bulamayacaktı.

Ama bunların hepsi biliniyordu. O yüzden öldürüldüler ve 50 yıl öncesinden döşendi gerici iktidarlara giden yolların taşları.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Dönüp dolaşıp aynı şeyi yapıyorlar

Bazen kendi kendime, “Önceden söylemenin, sonradan ‘Ben dememiş miydim?’ diyebilmekten başka bir faydası yok” diyorum.

Çünkü konu önceden söylemek değil, bir işin yapılması, fayda sağlaması.

Örneğin, Atatürk Havalimanı’nın, salgın hastanesi olarak hizmete alınmasını ilk söyleyenim. Kulak asmadılar önce, sonra atağa kalktılar. Bu kez de altyapıları çok güçlü terminal binalarını bir kenara bırakıp sıfırdan inşaata soyundular. Önerdiğime pişman oldum açıkçası.

Yaşlılara nefes aldırılması gerektiğini de medyada ilk yazan ve söyleyen kişiyim. 10 gün sonra akıllara ziyan bir kararla uygulamaya sokuyorlar.

Sokağa çıkma yasağında, gazete bayilerinin, bakkalların açık tutulmasının yararlı olacağını söyledim.

Bunu, hafta sonlarına eklenen uzatılmış sokağa çıkma yasaklarında sınırlı uyguladılar.

Maskeleri isteyene parayla da satmalarını önerdim. Yapmadılar.

Şimdi sanki yeni bir şey bulmuş gibi maskelerin satışını serbest bırakacaklarını açıklıyorlar.

Bütün bunlar, “En hazırlıklı bizdik, en iyi önlemleri biz aldık, dünyaya parmak ısırtıyoruz” sözlerinin içinin ne kadar boş olduğunu gösteriyor.

Aslında yapılan ciddi bir iş yok.

Hep deneme yanılma ile yol alıyorlar.

Allah başımıza bir iş açmasın. Amin.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Almanları da hazımsız yaptılar ya pes yani

Yandaş tetikçi gazetelerde dün “Almanya’nın hazımsızlığı!” üzerine bir haber vardı.

Habere göre; Türkiye, Almanya’nın Hannover kentine “dayanışma olsun diye” 40 bin maske yardımı yapmış.

Bu maskelerin dağıtımı için bir de tören hazırlığı yapılmış.

Bunun için Hannover’in Türkiye kökenli Belediye Başkanı Yeşiller Partisi’nden Belit Onay, Hannover Valisi SPD’li Hauke Jagau, Türkiye’nin Hannover Başkonsolosu Banu Malaman, Dışişleri Bakanlığı’nı temsilen Mustafa Erkan ve basın mensupları davet edilmiş.

Hannover’in SPD’li eski belediye başkanı Herbert Schmalstieg, eleştirel açıklamalar yaparak, Türkiye’den bağış alınmaması gerektiğini savunmuş.

Tören bunun üzerine iptal edilmiş ama maskeler teslim edilmiş.

Merak edip işin gerçeğine baktım.

Alman sosyal demokratlar, yardım Türkiye’den geldiği için “hazımsız” davranmıyorlar, AKP iktidarının bir dayanışma olayını şova çevirip bunu iç politika malzemesi yapacağını söylüyorlar.

Zaten sadece 40 bin maske için başkonsolosun, dışişleri temsilcisinin tören yapmasından bu belli olmuyor mu?

Bizimkiler “cin” tabii ama karşı taraf bunu fark edince, “Vay hazımsızlar” diyerek üste çıkmaya çalışıyorlar.

ÖNERİ

Maske kodları, Türkiye’nin her yerinde geçerli olsun

Bir maske işini bile beceremediler aslında.

Ama hava atmaya gelince laf bol.

Hele böyle bir yandaş tetikçi medyayı arkalarına alınca, gerçekten dünyanın en önemli işini yapanların kendileri olduklarını sanıyorlar.

Artık belki parayla da satılacak maskeler, cep telefonlarına gönderilen “şifre” ile alınabiliyor.

Şimdi anlaşıldı ki, bu şifre işi aslında bir aldatmaca, çünkü bunlar vatandaştan gelen başvurular üzerine gönderilmiyor, ihale cep telefonu şirketlerine verilmiş.

Bu şirketler, abonelerine devletten aldıkları şifreleri gönderiyorlar.

Tabii işi cep telefonu şirketleri yapınca, onlar sadece kendilerinde kayıtlı abonelere gönderebiliyorlar bu şifreleri. Bu yüzden evdeki diğer telefonların sahibi olarak, örneğin evin babası görülüyorsa, diğer fertlerin telefonlarına aynı şifre geliyor.

Bunun yanı sıra nedense şifreler, kişinin ikamet ettiği yerlerde geçerli sadece.

İstanbul’da oturuyorsunuz ama diyelim ki Adana’ya gelmişsiniz ve geri dönemiyorsunuz, maske alamıyorsunuz.

Neden?

Bilinmez.

Oysa madem bir şifre veriliyor, bu şifre Türkiye’nin her yerinde kullanılabilmeli.

https://twitter.com/can_atakli_