HAYDİ SAVAŞA!..

Yukarıdaki başlık ne yazık ki bir şaka değil!..


Tam tersine “bindik bir alamete, gidiyoruz felakete” atasözünün anlatmaya çalıştığı bir kabus, bir karabasan... Ve maalesef üzerimize doğru hızla yaklaşan “buldozer” misali bir gerçek!..


Önce kısa bir genel vaziyet; Ne bizler, yani gazeteciler, ne de bilgilendirmekle yükümlü olduğumuz kamuoyu, yani yurttaşlar, Güneydoğu’da ne olup bittiğinden haberdarız... “Cizre temizlendi” deniyor, ardından şehit cenazeleri geliyor... “Sur tamamdır” deniyor, hemen arkasından şehit cenazeleri yola çıkıyor... Cizre’de şu meşhur 23 numaralı evde kim var, kim yok, cenazeler mi var, teröristler mi, yabancı istihbarat ajanları mı, PKK’nın tepe isimleri mi?.. Bir haftadır papatya falı açmaktan başka bir şey yapamıyoruz...


Sonunda TRT, “o eve baskın yapıldığı, 60 teröristin etkisiz hale getirildiği” haberini geçti. Sonra yayından kaldırdı... Ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatlı kişi tarafından da yalanlandı!.. Kısacası bırakın bizi, bu ülkenin en üst düzey siyasileri, onların kuyruğuna takılmış yandaş medya da ne yaptığını, yapacağını bilmiyor... Bir keşmekeş, bir kaos görüntüsü almış başını gidiyor...


Sınırımızın dibinde, Halep bölgesinde Rusya’nın havadan, İran ve Lübnan Hizbullah’ının karadan desteğini alan Esad ordusu, ablukayı giderek daraltıyor. Bizim en büyük Türk büyüklerinin, başından bu yana desteklediği İslamcı militanların  Türkiye ile bağlantısına büyük darbe vuruldu. Kala kala, bir tek Reyhanlı-Hatay kapısı kaldı, onun da saatlerinin sayılı olduğu bilgileri geliyor. İktidarın ilan ettiği tüm kırmızı çizgiler morarmış vaziyette!.. Ne Fırat’ın doğusu kaldı, ne de batısı... Rus uçağının düşürüldüğü günden bu yana, Türkiye Suriye’den iyice uzaklaştı, uzaklaştırıldı...


-Ve Saray, savaştan söz etmeye başladı... Doğal olarak yandaşlar da!..

 


Önce fetih sonra başkanlık!..

 


Ülke yangın yerine dönmüşken, on binlerce kilometre uzakta, Latin Amerika’da “Başkanlık Rejimi” incelemesi yapan Cumhurbaşkanı, dönüş yolunda uçağına aldığı gazetecilere önce Kuzey Irak örneğini verdi:


-Türkiye Suriye ile olan 910 kilometrelik sınırıyla tehdit altında. Kendimizi savunma noktasında  her an hazırlıklı olmalıyız. Kuzey Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyorum..


Neydi Saray’ın bahsettiği hata dersiniz?. Tabii ki 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesi!.. Kendisinin tezkerenin yanında olduğunu söyleyen Saray’daki şahıs, isim vermedi ama Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ı güzelce suçladı ve sözlerini şöyle bağladı:


-1 Mart tezkeresinde Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı!..


Aslında, “peki nasıl olurdu?” sorusunu sorup, tartışmak lazımdı ama yerim dar!. Ayrıca, Irak’ı kullanarak varmaya çalıştığı sonuç öylesine vahim, öylesine ürkütücü ki, asıl üzerinde durmamız gereken sorun da o...


Cumhurbaşkanı sıfatına haiz kişi, PYD’nin terör örgütü olduğunu altını çizerek vurguladıktan sonra, ABD’nin bunlara verdiği desteği, taa ayaklarına kadar gittiklerini belirtip, “biz nasıl güveneceğiz?” dedikten sonra, şu suçlamayı yapıyor:


-Ben miyim senin ortağın yoksa Kobani’deki teröristler mi?. Dost dediklerimiz gereğini yapmıyor...


Gereğini yapmıyor diye suçladığı, her fırsatta övünçle “Stratejik Ortağımız” dediği ABD!.. “Pekii, kim yapacak o taktirde gereğini?” Bu soru sorulmadı ama o bir yanıt verdi:


-Ülkemize yönelik tehditlere karşı Silahlı Kuvvetlerimiz her türlü yetkiye zaten sahip durumda!..


Bu cümleyi okuduğumda aklıma doğal olarak, daha geçen gün Suudi Arabistan Kralı Selman, veliaht prens ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ile Suudi sarayında savaş elbiseleriyle poz veren Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar geliverdi ne hikmetse!.. Biliyorsunuz bu görüşmenin hemen ertesi günü Suudi Arabistan, “ABD öncülüğündeki koalisyonun kara gücüne katılabileceğini” açıklamıştı... Kendi kendime sordum:


-Birileri Fatih mi olmak istiyor ne?!.

 


Eli
ne tuzluğu alıp Suriye’ye koşanlar!..

 


Cumhurbaşkanı hedef gösterdi ya, uçakta ağırlananlardan, Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül, durumdan vazife çıkarıp, adeta haykırdı:


-Türkiye, Suriye meselesine doğrudan müdahil olmalıdır. Buna askeri harekat da dahil!..


Yazının sonrası, “küçük çocukları öcüyle” korkutmaya soyunmuş bir “Gulyabani” masalı tadındaydı!.. Karagül, bu müdahalenin olmaması durumunda bir kaç yıl içinde Türkiye’nin parçalanmasını tartışıyor olacağımızı iddia ederek, lafı gediğine koyuveriyordu:


-Bugün cesur karar verenler ise, yarının Türkiyesi’nin kurucu unsurları olarak anılacaklardır...


Yaa, işte böyle!.. İnsan ister istemez soruyor: “Ahh be güzel kardeşim; şimdi koruyacağız diye yırtındığınız o sınırlardan Suriye’ye çapulcuların geçmesine gözünüzü yumarken, hastanelerinizi, kamplarınızı bunlara açarken, ortada sınır diye bir şeyin kalmadığını cümle alem haykırırken, her türlü yardımı yapıp ‘iki haftaya Emevi Camisi’nde namaz kılacağız” diye koskoslanırken niçin iki dakika durup düşünmediniz?. Niçin bir ülkede iç savaş çıkmasına hem de tüm gövdenizle destek verdiniz?..”


Cesur karar, bir bataklığa “kör gözüm parmağına” misali atlamak değil, halkının geleceğini ve esenliğini hep ilk sırada tutmaktır. Cesaret, peşine takıldığın muktedir, Başkan olacak diye bir milleti ateşe sürmek değil, böyle bir girişimin felaket tablosunu bindiğin uçakta muhatabının önüne uzatabilmektir...


-Bu iktidar kadrolarında, “bu gidiş nereye?” diye soracak hiç mi “devlet adamı” yok acaba?!.


https://twitter.com/umit_zileli