KÖTÜLER'den BİR ‘KURBAN’lık HİKAYESİ!..

İçimizi burkan yoksul yaşamların bir türlü yüz güldürmediği o eski zamanlarda, çocuktuk bizler... Kaçakçı atlarının arkasında, mayına koşmayı oyun sanan çocuklar!..

Bizden büyükleri kocaman adamlar sandığımız, dedelerimizin eski dünyalardan geldiğine inandığımız o gizemli ve neredeyse antika zamanlardan geldik bugüne...

Aklımızda yer etmişti o çarpık-çurpuk, o eğreti mahalleden zihnimize kurşun gibi yansıyan, o garip, o mazlum ve de o sahipsiz manzaralar...

Büyüklerimizin bıyıklarını sarartan, kaçak tütünden sigara dumanları, nasırlı ellerde sabır dileyen koca taneli kehribar tespihler...

Ökçesine basılmış eskimiş kunduralar, “nahit” duvarlara sinen nargile kokuları ve kaçakçı yolu bekleyen gözlerde burukluk manzarası yaratan, “acı kahve”den de beter “mırra”lar!..

Ve de damlarda, kaçakçı atlarının nal seslerini bekleyerek, sabahlara kadar korkuyla yol gözleyen biçare analar?..

Bizler, yaşamın kahredici ve de korku dolu gerçeklerinden bihaber yaşayan çocuklardık o zamanlar... Saklambaç yerine “kolcu-kaçakçı” oynayan, mayınlı sınırlardan ekmek geçiren babalarımızın pervasız mücadelesini oyun sanan çocuklar!..

Ayaklarınızda hep “cızlavet”ler, üzerimizde yamalı pantalonlar ve kendini belli etmekten utanan zenginlik düşlerimizle sarsılmadan duramadık hiçbir an!..

Çünkü bin bir badirenin içinde korkuları büyük, bedenleri küçük; ancak minik sevgilerden kocaman umutlar yaratabilen çocuklardık biz...

Ekmeği mayınlı babalar!..

Şark Çıbanı’nın derin izler bıraktığı yüzlerimizde utangaç tebessümlerle büyüdük viranelerde... Kimimizin bakışlarında gizem, kimimizin susuz kalmış gamzelerinde gülmeyi özlemiş bir mahcup sitem!..

Çaresizliğe dönemedik hiçbir zaman sırtımızı... Çünkü garip, geri kalmış, kimsesiz yaşamlarımızın her köşesinde, zaten bizi sırtımızdan vuran, zalim çaresizliklerimiz değil miydi?.. Zaman; şımarık yaşamların pervasızlıklarla her şeyi boş verdiği bu zamanlar değildi yani!.. Apartmanlar uzaktı bizlere... Çarşılar uzak, insanlar uzak, otomobiller uzak, zenginlikler uzak ve umutlar daha da uzak!..

Briketten gecekondularımız; sırtını, zamanın durmuş saatini andıran vadilere dayamıştı... Avludaki mağaraların efkarından dem almıştı “isot” kokan garip evlerimiz!.. Suyumuz sarnıçlarda ve de kör kuyulardaydı, bizden çok uzaklarda!.. Geçit vermez kayalıkların güneş yansıyan zulmünde çok yürüdük, engelli yollarımızda...

Elektrikler kesilmediğinde bayramdı bizim için... Güneş tenimize damga vururken, sıcak su içmekten helak olurduk...

İşte o yüzden yolunu gözlerdik, mendiline sardığı buz parçasıyla evinin yolunu tutan, ekmeği mayalı değil, mayınlı babalarımızın...

Akrepler ve de hayınlar!..

Orası, Urfa’nın Kötüler Mahallesi!.. “Nahit” taşlarla nakış gibi işlenmiş, antikaya benzer görkemli Urfa evlerinin uzaklarında, çare bulunmaz bir eski yara gibi duran Kötüler Mahallesi...

Bir yanı Hz. Eyyüb’ün makamı... Bir yanı Deyr Yakup Manastırı, bir yanı Ahper (Agbar) Dağı ve diğer yanı şehrin tepesinde bir eski kubbe gibi duran Şeyh Maksut Türbesi... Ve uzaklarda Urfa Kalesi, Kuyubaşı Bahçeleri, en geride de kaçakçı atlarının, kıpkırmızı topraklarda tozu dumana kattığı Harran Ovası... Ve de o mahallede; taptaze çiğdemlere gölge yapan uçsuz bucaksız kayalıklarımız, kokusu nefesimize karışsın diye dua ettiğimiz, uzaklardaki Balıklı Gölümüz!..

Yaşamın bir devinim değil de, bir tutsaklık gibi yoksulluğun yakasından düşmediği çocukluk günlerinde, korkulardan arınamadık Kötüler Mahallesi’nde... Şark Çıbanı illeti, yılanlarla dolu mağaralar ve avlularımızı mesken edinen kara akrepler mi “kötü”ydü, yoksa ekmeğimize musallat olanlar mı?..

Suriye sınırında; ekmeğini kaçakçılıktan sağlamaya çalışan taze bedenlere pençe vuran tel örgüler, menzildeki jandarma kurşunları, yeraltında pusuya yatan mayınlar, ihbarcılar ve de akrepten de sinsi hayınlar!..

Söyleyin; onlar mı “kötü”ydü, biz mi?..

Gutiler’in çocuğu!..

Urfa’da; kaçakçılar, jandarmaya ve polise “kurban” gitmesin diye, Süryani Kralı Kara Agbar’ın mezarının bulunduğu Şeyh Maksut Tepesi’nin gözden uzak eteklerinde kurulmuştu Kötüler Mahallesi...

Okulda adını söylemekten utandığımız bir viraneydi orası... Çünkü “babamız kaçakçı” diyemediğimiz mahallemiz, her okul dönüşünde “kötü”lüğün bağrına yürürcesine isyan ettiğimiz sokaklarımız vardı... Kurban Bayramları, Şeker Bayramlarından daha efkarlı ve hüzünlü geçerdi oralarda... Mayınlı topraklarda “kurban” vermeye alışık o mahallede, biz yine de bayramın mavi balonlarla yükselen coşkusuna tutunarak yaşamaya çalıştık... Evet; heyecanını hiç unutmadığımız kahverengi bağcıklı kunduralarımız, “gavur eskisi” kaçak elbiselerden çıkarttığımız kocaman mendillerimiz ve bayram molası vermiş hüznümüzle yaşadık o günleri...

Bizim için en büyük bayram çok sonraları, “Kötüler”in aslında “kötü”den, “kötülük”ten gelmediğini öğrendiğimiz zamanlardı... Meğerse, çok eskilerde, bizim oralarda yaşayan “Gutiler” kavminden gelmişti ta bugünlere kadar adımız!.. Kökenimizin; zamanın yol açtığı isim erozyonuna “kurban” edildiğini anladığımızda bayram etmiştik, yoksul ama soylu geçmişimizle arınırken “kötü”lükten!..

“Kötü”, “kötülük”, “kötüler” yaşamınızdan uzak olsun, en güzel ve de en “iyi” bayramlar hep sizinle olsun...


https://twitter.com/FARACYAZIYOR
https://www.facebook.com/mfarac