UZUN YÜRÜYÜŞ

Yolumuz aynıydı...

O yolda hep yan yana, omuz omuza, kol kola yürüdük... Yürüdüğümüz yollar, 70’lerin bir kez daha devşirilen dünyasına uyarlanmaya çalışılan gençlerin, devrimcilerin, aydınların, önce teker teker, sonra topluca kıyıma uğradığı, katledildiği, işkencelerden geçirildiği, adım adım uçuruma çekilen Türkiye’nin yollarıydı...

Çocukluğumun siyah beyaz karelerinde, kara gözlüklü generaller, radyodan okunan arananlar listesi, “Kardeşi acaba orada saklanıyor mu?” diye evi emrindeki polisler tarafından aranan devletin kaymakamı, annesinin evine yapılan polis baskınından çarşafları birbirine düğümleyip, balkondan sarkıtarak kıl payı kurtulan gencecik bir devrimci, Mamak Cezaevi’nin önünde geçen sonsuz saatler, günler, art arda toprağa düşen pırıl pırıl genç kızlar, delikanlılar hâlâ kucak kucağa, iç içe adeta dans etmekte...

Üç fotoğraf

Sonraları, uzun çok uzun yılların ardından düşündüğümde ve “Ben acaba ne zaman onlar gibi olmaya karar verdim” sorusunu sorduğumda, üç fotoğraf arasında kararsız kalırım:

-Buldan Kaymakamı Turgay Zileli’nin, yani babamın evi, taa Ankara’dan gelmiş iki kara gözlüklü, trençkotlu adamın gözetiminde aranırken mi?..

-Sonradan Sadık Perinçek’e ait olduğunu öğrendiğim evin geniş ve sigara dumanına teslim olmuş salonunda, amcamın kucağına tünemiş, kocaman gözlü, kapkara bıyıklı, güzel gülen, öfkeli konuşan o dağ gibi gençlerin, hiç bilmediğim ama doğruluğuna 9 yaşındaki bir çocuğun yüreğiyle inandığım “Devrim nasıl olmalı” tartışmalarını dinlerken mi?..

-Yoksa, babaannemle, af çıktığı gün Mamak Cezaevi’nin önünde “Verin artık çocuklarımızı” diye haykıran anaların babaların yanında, hiçbir şey yapamamanın kahredici öfkesini yaşarken mi?..

Gerçekten bilmiyorum... Ama bir şeyi, hep yüreğimde sakladım, aklımdan hiç çıkarmadım:

-Onlar benim kahramanlarımdı... Ve hep öyle kaldılar...

Görev kutsaldır

“Uzun Yürüyüş” hep sürdü...

Ülkemin uçuruma sürüklendiği 70’lerin ikinci yarısı, karanlığa savrulduğu 12 Eylül karşı devrimi, Türkiye’nin kurtlar sofrasına meze edildiği 80’li yıllarda düşe kalka da olsa yine yan yana, omuz omuza yürüdük...

90’lar, dünyanın “küreselleşme” adı altında yeniden “dizayn edildiği”, Türkiye’nin ise fena halde savrulduğu yıllardı.. Bir diğer deyişle toz duman arasında kimsenin kimseyi göremediği, fark edemediği ve ne yazık ki kaybedilmiş zamanlardı!.. O zamanların faturası 2000’li yılların başından itibaren Türkiye’nin önüne konacaktı tabii...

Nitekim öyle de oldu!.. Cumhuriyet adım adım karşı devrime teslim edildi... Türkiye büyük yalanların, küçük adamların, döneklerin ve korkakların ülkesine dönüştürüldü. Önceki on yıllarda suikastlarla, bitmeyen sürgünlerle susturulan, yok edilen yurtseverler, kahramanlar için yeni düzenekler icat edildi; adına da Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat denildi. Bir de başyapıt (!) yaratıldı:

-Silivri!..

Ama olmadı!.. Büyük efendilerin kullandığı küçük adamlar, Türkiye’nin 200 yıla yaklaşan devrimci yürüyüşünü engelleyemedi... Ne davalar, ne işkenceler, ne hapishaneler, sevgili Attila İlhan’ın deyişiyle “Dip Dalga”yı durduramadı...

Ve benim “onlarla” 30 yılı aşan yan yana, omuz omuza, kol kola yürüyüşüm, Türkiye’nin en kritik, en karanlık ama aydınlığa en yakın döneminde kesişti... Kesişmesi de kaçınılmazdı... Çünkü bize çocukluğumuzdan, ilk gençliğimizden beri öğretilen, asla reddedemeyeceğimiz tek gerçek vardı:

-Bir yurtsever, bir devrimci için görev kutsaldır...

Gurur duyuyorum!..