ALIŞMAYACAĞIZ!..

Zaten hiç alışmamıştık ki...


12 Mart cehenneminin koyu karanlığında 6 Mayıs 1972 sabahının alacakaranlığında babamın, Buldan Kaymakamı Turgay Zileli’nin hıçkırıklarıyla uyandığımda ilkokul beşinci sınıf öğrencisiydim...


Benim gözümde ilçenin en kudretli, en güçlü adamı olan babam hem ağlıyor, hem de öfkeyle söyleniyordu:


-Allah belalarını versin, gencecik çocukları astılar, bu devletin kaymakamı olmaktan utanıyorum...


Koşup sarılmış, onunla birlikte ağlamıştım..


Birinci Milliyetçi Cephe döneminde Elazığ’da babamın yanında lise birinci sınıfta okuyordum. 70’lerin ilk yarısındaki kavga, dövüşler yerini artık ölümlere, suikastlara, toplu kıyımlara bırakmaya başlamıştı. Her günümüz tartışmalarla, kavgalarla geçiyordu. Babam vali muavini olduğu için olsa gerek, taşlı sopalı kavgalarda bile karşı taraf bana pek dokunmuyordu. Yine de hemen her gün epey hırpalanmış bir şekilde eve döndüğümü gören babam“illallah” demiş okula polis eşliğinde göndermeye başlamıştı beni.


Lise ve üniversite yıllarım Ankara’da geçti. Aynı zamanda gazeteciliğe de başlamıştım... Büyük çatışmalar, toplu kırımlar, aydınlara, akademisyenlere, sendikacılara, siyasetçilere suikastlar, üniversitelerde işgaller günlük sıradan olaylara dönüşmüştü... Gazeteler öldürülen insanları artık sayı olarak vermeye başlamıştı:


-Ankara’da 3, İstanbul’da 6, Trabzon’da 2 üniversite öğrencisi silahlı çatışmada hayatını kaybetti... Piyangotepe’de kahve tarandı 5 ölü..


Sonra, Taksim, Çorum, Sivas, Kahramanmaraş katliamları geldi sırasıyla... 5 yıl içinde 5 bini aşkın genç, ülkenin geleceğinin teminatı pırıl pırıl çocuklar, aydınlar karanlık eller tarafından darbeye malzeme yapılmak için yok edildi...


Ve sonunda, bilinçli bir şekilde yolu döşenen, beklenen, hatta neredeyse hasretle, yalvararak beklenen felaket kapıyı çaldı:12 Eylül karşı devrimi!..


-Hiç alışmadığımız, hep direndiğimiz kanlar içindeki yıllardan sonra hiç alışamayacağımız, önümüzdeki on yıllara ipotek koyacak karanlık bir sürece girmiştik!..

 


Askeri darbeden sivil darbeye 36 yıl!..

 


Askeri darbe dolu dolu üç yıl sürdü...


Sanki 3 asır gibi geçen üç koca yıl!.. Faşizmin nasıl bir şey olduğunu o yıllarda iyice öğrendik... “Oh darbe oldu” diye bayram eden halkımız, baskının, işkencenin ne olduğunu yaşayarak anlamış oldu!..


O üç yıl içinde yaklaşık 7 yüz bin kişi işkencelerden, hapishanelerden geçti... Mamak ve Diyarbakır cezaevleri üzerine yapılan ağıtlar, yazılan şiirler, romanlar filmlere, belgesellere sonsuz malzeme yarattı! Sağdan, soldan 50 kişi idam edildi. Erdal Eren yaşı büyütülüp ipe yollandı. “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü o dönemin simgesi olarak tarihe kazındı!..


Sayın halkımız, yüzde 92 ile bağrına bastığı 82 anayasası ile birlikte cunta lideri Kenan Evren’i de cumhurbaşkanı seçti...


-Ve yukarıdan gelen emirle tekrar demokrasiye geçtik!..


Ezilmiş, darmadağın edilmiş, elde kalan liderleri yasaklanmış bir sol ve sağın hemen bütün renkleri ile!.. O tarihten 1993’e kadar sürecek “Özal yılları” işte böyle başladı... “Kara para”, “piyasa”, “hayali ihracat” “devletin malı deniz” deyimleri bu dönemin ve tabii sonrasının en seçkin, en gözde deyimleri oldu!..


90’lı yıllar gericilerin ayak seslerinin çok güçlü şekilde duyulmaya başladığı yıllar olarak geçti tarihimize... Sivas’ta 35 aydınımızın, ağzından salyalar akan yobazlar tarafından diri diri yakılması, nasıl bir “belanın” gelmekte olduğunu gösteriyordu ama zamanın “en büyük Türk büyükleri” bunu görmekten bile acizdi!.. 1994’te özellikle sosyal demokrat iki partinin aymazlığı sonucu İstanbul ve Ankara Anakent belediyeleri Refah Partisi’nin eline geçti... Zaten bir yıl sonra da birinci parti olarak, kıs bir “Anayol hükümeti” denemesinden sonra REFAHYOL koalisyonu ile devlete sahip olmanın yolu döşenmeye başlanacaktı!..


-Bu ülkenin yurtsever, ilerici milyonları yine alışmadı, alışmamaya yemin etti!..

 



Adım adım Türkiye İslam Cumhuriyeti’ne!..

 


2002’de yüzde 34 oyla TBMM’nin yüzde 66’sını ele geçirerek tek başına iktidara geldiler...


O günden bugüne yaşananları yazmama gerek var mı bilmiyorum; yazılarım, kitaplarım ortada. Televizyonlarda yıllarca söylediklerim de... Önce iki ortak olarak yola çıktılar; Ergenekon, Balyoz, Casusluk davalarıyla orduyu ve muhalif saydıklarını zindanlara tıkıp, 2010 referandumunda yargıyı da iyice kuşattıktan sonra, “güç zehirlenmesi” sonucu birbirlerine düştüler. Devletin olanaklarını yüksek bir zeka örneğiyle iyi kullanan iktidar, eski ortağını devre dışı bırakmayı başardı!.. O yapının adı artık “Fetö” idi... Ya da “paralelci!”


Artık “sivil darbe” nin sırası gelmişti... Onu da şu bir yıldır açık biçimde yaşıyoruz!.. Ortada ne anayasa, ne yasa, ne hukuk kaldı... Etkisiz muhalefet hiç bir darbeyi önleyemedi. Saray işi o denli ileri götürdü ki, yargı başkanlarıyla “çay partileri” bile yapmaya başladı. O muhteremler de Saray’ın muhalifleri yerden yere vuran konuşmalarını ayağa kalkarak alkışlamakta bile beis görmedi.


Son olarak eleştirilere yanıt veren Cumhurbaşkanı sıfatlı kişi şunu söyledi:


-Biz yargının başkanlarıyla bu tür seyahatleri yaparız. Boşuna yoruluyorlar... Bunlara alışmadılar bugüne kadar, alışacaklar...


İşte orada duralım... Öncelikle alışmadık, alışmayacağız... O çay partilerini verenler, katılanlara ise söylenecek bir lafımız var...


-Bir gün savcının iddianamesini dinlerken ah, vah etmemek için şimdiden o günlere hazırlayın kendinizi, alışın!..



https://twitter.com/umit_zileli