BİR URFA HİKAYESİ; KÖTÜLER'in ZALİM SICAĞI!..

Sıcak, insan yüreğindeki insafla amansız bir savaşa girmişken güneşin o deli ışınları gölgeyi de dize getirmişti... Uzaklara baktığınızda, yeryüzüne hakim olmuş bir ateşin çevreyi tamamen cansız bıraktığını anlardınız...

Saklanmıştı her insan, ya betonarme gecekonduların kuytu köşelerine ya da eski taş evlerin kümbeti andıran eyvanlarına...

Çünkü insanın, suya ve oksijene olan gereksinimiyle yarışan bir olmazsa olmazı daha vardı; Gölge!..

Ama yoktu; yeşilliğinden tamamen soyulmuş bir bozkırın ortasında, ekmek sacına dönmüş damların yıkık dökük duvarlarına sığınmış serçeler gibi çaresizdi doğa!..

Çünkü yoktu gölge... Siz buna ünlü Arap tarihçisi İbn-i Cubair gibi "gölge ebediyen izne çıkmıştı" da diyebilirsiniz!..

Gölge izindeydi ama birkaç dut ağacı dışında tek bir bitki yığının olmadığı, yeşile hasret o mahallede çocuk yüreğinin sığınacağı yer yalnızca sokaklardı... Park, yeşil alan, oyuncak hak getire!..

Kedilerin ve köpeklerin küf kokan antik mağaralarda, miskin kuytulara gizlendiği o mahallede, güneşin kayalıklardan yansıması gökyüzüne adeta bir buhar yumağını yükseltirken, içimizi ısıtacak şansımız çok azdı:

Kimi evlerin kayalık avlularının bir köşesinde, içinde yalnızca su değil korku da saklayan devasa sarnıçlara umut gibi bakardık!..

Plastik bir kovadan çekilen suyu başımıza dökerdik ama çok geçmeden kibrit gibi kururdu üzerimiz... Temmuz sıcağında yerdeki taşların bile top güllesine dönüştüğü o mahallede, insanın üzerinde ezici bir hakimiyet kuran sıcaklara su falan dayanmazdı ki...

***

Sarnıçtaki dolunay!..

Biz güneş-gölge ikileminde zaten üzerimizi değil, yüreğimizi serinletme peşindeydik... İşte o sarnıçlar, eski zaman insanlarının geçmişten esinti getirmesi gibi insanın benliğini bir çınar gölgesinin hüznüne sevk ederdi!..

Anlatamam, içinde toprağın kokusunu barındıran o suyun eskiyi anımsatan berraki tadını...

Anlatamam, çölde su tadı veren o sıvının derinlerden fışkıran yaşam enerjisini...

Kimi zaman o sarnıçlardan çekilen suları avluların duvar diplerinde, ilkel bir iskele üzerine konulan devasa küplere doldururlardı...

İşte o küpler bizi hem sıcağa direnen serin sulara daha yakınlaştırır hem de bizi korkutan dipsiz sarnıçların karanlık dehlizlerinden uzak tutardı...

Ne yaman bir çelişkiydi o?. İnsanın nefesten sonra en önemli yaşam enerjisini köhneliklerde saklayan o sarnıçlar aynı zamanda insanı korkutan deryalar gibiydi!.. Çünkü çehremizin yansıdığı suyun yüzeyi, sarnıçta bir dolunay gibi ürkütürdü bizi!..

İnsan kendisine zulmeden bir şeyden kaçarken aynı zamanda onun yok olması için nasıl beddualar yağdırırsa; biz çocuklar, çelimsiz bedenlerimizi yorgun düşüren Harran sıcaklarından kurtulmak için güneşin bir an önce kendi dünyasında uykuya yatması için dua ederdik... Akşam ola ki, ortalık serinleye...

Yazının ortasında dedim ya; gölgeyi ararken güneş karşısında pek şansımız yoktu!..

***

Gerdanlık gibi Urfa!..

İşte sıcakların yer yatağına yan yatmış efkarlılar gibi tüm ağırlığını yeryüzüne bıraktığı saatler geçince, güneş her zaman saklandığı çıplak dağların ötesine atmaya başlardı kendini...

Ufukta bir kızıllık belirdiğinde, son ışınlarını adeta "yarın bir daha geleceğim" diye işaret parmağı gibi uzaktan sallayan güneş kaybolup giderdi sonunda!..

Belli ki, yine gelecekti tüm gücünü toparladıktan ve tüm ateşini depoladıktan sonra!..

Peki ya biz?.. Bir an nefes alabilmek için adeta saklambaç oynadığımız ve gölgenin peşine koştuğumuz o gün, akşamı özlerken ne yapardık?..

Dedemiz çardaklı evinin önündeki "seki"ye halısını serdiğinde ve yün döşeğini uzattığında; nargilenin ateşi yanmışsa eğer akşam olmuştu...

Kötüler Mahallesi'nin uzaktan bir kanaviçe ya da gümüş bir gerdanlık gibi duran Urfa'ya baktığı o tepenin bakış açısı yetmezdi bize...

Betonarme damlarımıza çıkar, Kötüler'in aşağısındaki dereden gelecek babamızı gözlerdik...

Tömbeki kokusunun akşamın hüznünü haber verdiği anda, uzaktan babamızın belli belirsiz görüntüsünü gördüğümüzde, gözlerimiz yalnızca ellerine odaklanırdı...

Bir elinde belki sebze sepeti, belki bir karpuz... Peki ya diğerinde?.. İşte bizi asıl ilgilendiren o diğer elinde beklediğimizdi...

***

Bakır tastaki misket!..

Bir kardeşimiz aşağıdaki dereye doğru koştuğunda, biz de arkasına düşerdik... Büyüğümüz bazen kırmızı eriklerin küçük misketler gibi bize göz kırptığı o sepeti avuçlar ama çoğumuz, babamızın diğer elindeki mendile odaklanırdık...

Babam bırakmazdı o mendildekini elinden... Ola ki düşe, kırıla, parçalana ya da toza- toprağa bulana...

Biz yamalı pantolonlarımız ve cızlavetlerimizle; yoksulluğun paçadan döküldüğü yalnızlığımızla, tıpkı suya giden keklik yavruları gibi arkasından yürürdük babamızın...

O dereden çardaklı evin bitişiğindeki iki odalı gecekonduya doğru yol alırken, her adımda toprakta minik kraterler açan su damlacıklarını takip ederdik...

Akşam serinliği beklerken, komşular yer yataklarını damlara taşırken; anamız da işte babamızın mendilinde bir can, bir nefes, bir gölge gibi getirdiği "buz" kütlesini kucaklardı!..

Annemiz mendili açar, bir somun ekmeği büyüklüğündeki o buzu, sarnıçtan çekip bakır bakraca doldurduğu suya atar ve soğumasını beklerdi...

Urfa'da, Kötüler Mahallesi'nde en çok neyi severdim biliyor musunuz?.. Bakır tasta yudumladığım o buzlu suyu...

Ve en çok neyi özlüyorum biliyor musunuz; buz gibi su doldurduğum bakır tasta beni adeta kendine çağıran kıpkırmızı can eriklerini...

Sonbaharın hüznünün yaz sıcaklarını da özletmeye başlayacağı şu mevsimde, canınıza can katan sevinçleriniz hangi renkte olursa olsun, sakın solmasın!..

https://twitter.com/FARACYAZIYOR
https://www.facebook.com/mfarac​​​​​​​