ÇATLASANIZ da, PATLASANIZ da!..
Bir kez daha, ısrarla ve altını çize çize yazıyorum; 1919 ya da 29 Ekim 1923 öncesindeki gibi vahim değildir memleketin ahval ve şeraiti...
Bunu neden mi söylüyoruz?.. Çünkü memleket ne zaman "fakrü zaruret içinde, harap ve bitap" düşse ve karanlığın hapsinde kıstırılmak isteyen kitleler ne zaman "istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine" düşse aynı tezi savunup durduk...
Hatta "imkân ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür" etse de, "İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili" olmaya kalkışsa da, koşulların halen direnmeye uygun olduğunu savunmaktan geri durmadık...
"Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olsa", ya da "bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde" olsalar da, siyasal açıdan 100 yıl önceki vahim koşullardan çok daha iyi olduğumuzu anlatıp durduk...
Velhasıl; bu satırların yazarı, memleketin hızla karanlığa sürüklendiği son 15 yılda da hep aynı görüşü savundu...
Üstelik AKP millî bayramları küçültürken de, Atatürk büstlerine çelenk konulması engellenirken de, TBMM Başkanlığı koltuğunda oturan zat, "Yeni Anayasa'da laiklik olmasın" diye saçmalarken de yılmadık...
Yani; "Kubilay"ı anlatırken bile, iftiracı FETÖ taşeronlarının sansürüne uğramasına rağmen, kitlelere gerçeği anlatmaktan geri durmadı bu kalem... O halde bir kez daha yineleyelim;
"Cumhuriyetin kalelerini ele geçiren yağmacı liboşlar ve hikmeti kendinden menkul iş birlikçilere rağmen, koşullar 1923 öncesinden hiç de kötü değil.."
***
Ulusun dayandığı ışık...
İçinde yaşadığımız koşullarla ilgili yukarıda sıralanan saptamalar yalnızca moralsiz, dayanaksız, öndersiz ve seçeneksiz kalmış, umutları tükenmiş cumhuriyetçi kitlelere moral vermek için söylenmiş, sıradan sözler değil...
Son 15 yılda; televizyonlarda, konferans ve panellerde, röportajlarda onlarca kez yineledik, gazete köşelerinde de onlarca kez dile getirdik aynı görüşü...
Ve de inanarak, güvenerek, sahiplenerek, ısrarla sarılarak savunduk, arkasında aydınlanmaya sarsılmaz bir inanç olan o umut dolu sözleri...
Çünkü sosyo-politik pratikler içinde, "koşullar 1919 öncesinden hiç de kötü değil" savunmasının her açıdan çok önemli dayanakları vardır...
Ancak bu saptamayı hiçbir zaman, herhangi br partinin olası direncine dayanarak da kullanmadık, içinde FETÖ unsurları barınan ve neredeyse ele geçirilmek üzere olan TSK'nın gücünü gözönüne alarak da!..
Koşulların Kurtuluş Savaşı'ndan öncesine oranla yüzlerce kez daha iyi olduğuna dikkat çekmemizin dek dayanağı vardı;
Her koşulda ayakta duran, her karanlığı yırtmayı başaracak gücü olan ve en küçük dayanaktan bile büyük umutlar yaratmaya çalışan, üstelik siyasal işgale rağmen direncini hiçbir şekilde kaybetmeyen Türk ulusunun evlatları...
İşte bu millet, siyasal açıdan da her zaman tek bir ışığa güveniyordu; "Aydınlanma Devrimi"ne, onun önderi Büyük Atatürk'e ve en kötü koşullarda cumhuriyeti birlikte kurduğu aydınlanmacı arkadaşlarına...
***
Karanlığın örnekleri!..
Türkiye'de "Aydınlanma Devrimi'ni neden savunmalıyız" sorusunun yanıtı, yanıbaşımızda, kan ve karanlıktan, iç savaştan, katliamlardan, tükenişlerden kurtulamayan ve her geçen gün yaşam koşulları daha da kötüleşen Orta Doğu coğrafyasından da dışa vuruyor...
Orta Doğu bölgesinin son 40 yılında yaşanan vahim olaylar Anadolu için "aydınlanma"cılığı öylesine vazgeçilmez hale getirdi ki, bunun en önemli örnekleri bir zamanlar modern dünyanın yanıbaşında yaşayan İran ve Afganistan'ın bugün içinde bulunduğu vahim koşullar...
İran Humeynici darbenin ardından molla rejiminin eline geçince, başta kadınları cendereye alan karanlık ülkenin üzerine öylesine siyah bir örtü çekti ki, orada yaşayanlar ne Batı'yı görebildi ne de "aydınlanma" ışığının yansımalarını...
Velhasıl; karanlık neredeyse 40 yıla vardı ki, bugün meydanlarda rejimle çarpışan gençler ve çarşaflarını yakarak gericiliğe isyan eden Tahranlı kadınlar aydınlanmayı aramaya devam ediyorlar...
Afganistan'ı tüketen ise El Kaide lideri Usame Bin Ladin gibilerin de kullanıldığı Afgan-Rus savaşıydı ki, bir zamanlar eğitim ve bilimde ataklar yapmaya çalışan, sokaklarında modern giyimli insanların dolaştığı Afganistan artık kan deryası ve geri kalmış dünyanın sanki en eski Taş Devri'nden kalma bir vadisi gibi!..
Bir Atatürk yaratamadığı için aydınlanmanın ışığını iyice kaybeden Afganistan da; tıpkı İran gibi, Türkiye'nin laik rejime daha da sıkı sıkıya sarılması gerektiğinin canlı örnekleri olarak yanıbaşımızda duruyor...
"Arap Baharı" adı altında bir yandan etnik ve mezhep kışkırtmalarıyla iç savaşa sürüklenen Irak, Libya ve son olarak sokaklarda kafa kesen kiralık militanların sözde "din" adına eylem yaptığı Suriye de canlı birer örnektir karşımızda...
Yani Türkiye'nin; kurtuluş-kuruluş dayanaklarının ne kadar sağlam olduğunu göstermesi ve laik rejime ısrarla sarılması gerektiği açısından, sınırlarının öte tarafına bakması yetiyor da artıyor aslında...
İşte yazının başından bu yana sıralanan tüm saptama, öngörü ve beklentiler tam da 1919'un 100. yılına bir yıl kalmışken o kadar büyük önem taşıyor ki; ne "çatlayın-patlayın yıktık" denilen Taksim'deki AKM'nin başına gelenler yıkabilir umutları ne de adlarından "Atatürk" silinen 20'den fazla stadyumdaki hüzün...
Merak etmeyiniz; cumhuriyeti kuranların yaptığı aydınlanma binalarını yıkanlar çatlasa da patlasa da laik cumhuriyet ilelebet yaşayacak...
Çünkü laikliğe saldırılar, eğitimde yaşanan erozyonlar, rejimde bitmeyen yıkımlar ve muhalefetin yol açtığı kangrenleşmiş moralsizliğe rağmen koşullar 1919'dan, 1920'den ve 1923'ten kötü değil... Yeter ki "aydınlanma"cı umutlarınızı kaybetmeyiniz...
https://twitter.com/FARACYAZIYOR
https://www.facebook.com/mfarac